12 Ağustos 2015 Çarşamba

Dilek tutmak için 12 Ağustos akşamını bekleyin!

Her kayan yıldızı gördüğünüzde dilek tutacaksanız bu akşam (12.08) bol bol dileğiniz hazırda bulunsun. Özellikle de şehirlerden uzakta bir yerdeyseniz, çünkü 12 Ağustos'ta göktaşı yağmuru var.

Göktaşı yağmuru nedir, öncelikle onu anlatayım. Tabi bunun için önce göktaşı nedirden başlamak gerekir. Göktaşları uzayda başıboş dolaşan ve bizim atmosferimize girdiğinde yanarak ışık saçan fazla büyük olmayan taş parçalarıdır. Bunların çoğu futbol topu büyüklüğünde nesnelerdir ve atmosferde yandıkları için dünyaya ulaşmazlar. Bizler bu taş parçalarını atmosferde yanarak önümüzden geçerken gördüğümüzde bunlara yıldız kayması der ve dilek tutarız. Yani yıldız kayması dediğimiz olayın yıldızlarla uzaktan yakından ilişkisi yoktur, bunlar sadece bizim atmosferimize girdiklerinde yanan taş parçalarıdır.

Peki bunların yağmuru nasıl olur?? Genelde kayan yıldızlar çok seyrek olur. Ancak senede bazı gecelerde dünyanın yörüngesinin geçtiği noktaya bağlı olarak bunların sayısı neredeyse saatde yüzü bulabilir. İşte bu akşam da aslında birkaç hafta süren bu yağmurun en şiddetli olacağı akşam. Ayrıca bu gece gökyüzünde ay da olmayacağı için görebileceğimiz kayan yıldızların sayısı da artacaktır.

Bir de tabi kuyruklu yıldızlar var. Tahmin edeceğiniz gibi kuyruklu yıldızın da yıldızla alakası yok. Aslında bunlar da güneş etrafında uzun sürelerde dönen kirli kartopları. Sadece güneşe yaklaştıkları zaman bu kartopları eriyor ve uzayıp giden bir kuyruk oluşturuyorlar. Bu kuyruğun eni 10 milyon, boyu da 100 milyon kilometre olduğu için çok uzaklardan rahatça görünebiliyorlar. Kuyruğun yapısı ise su buharı ve irili ufaklı toz ve taş parçalarından oluşuyor. Kuyruklu yıldız geçip giderken toz ve su buharından oluşan kuyruğunu toplayıp gidiyor, ancak irili ufaklı taş parçacıkları güneş sisteminde kalıyorlar. İşte dünyanın yörüngesi de arada sırada bu taş parçacıklarının arasından geçtiğinde bu taş parçacıkları dünyaya düşerek göktaşı yağmurlarını oluşturuyorlar.

Dünyanın yörüngesi her 12 Ağustos'ta dünyayı bu taş parçacıklarının arasından geçirdiği için her sene aynı gösteriyi izleriz. Bu gösterinin adı Perseid yağmurudur ve sebebi de dünyanın o sırada Swift-Tuttle kuyruklu yıldızının bırakmış olduğu taş parçacıklarının arasından geçiyor olmasıdır. Bunlara Perseidler denmesinin sebebi ise bu kayan yıldızların Perseus takımyıldızının bulunduğu bölgeden geliyor gibi görünmeleridir.

Perseus bu akşam 10 gibi kuzey-kuzeydoğu ufkundan yükselir, bakacağımız yön de o doğrultudadır, sanki oradan birileri bize doğru bu yıldızları fırlatıyor gibi görünür.

Yıldızları beklerken biraz da eğlenmek isterseniz:

Perseus'un hemen üzerinde Andromeda takımyıldızı vardır. Andromeda'nın hafif doğusunda ve yukarıya doğru uçan at Pegasus, Andromeda'nın batısında ve gene yukarıya doğru da Andromeda'nın annesi Kassiopeia oturur sandalyesinde. Kassiopeia'nın biraz üzerinde de kocası Sefe vardır. Bunların hikayesini bilir misiniz?? Önce Perseus ile başlayalım: Perseus Danae'nin oğludur. Dedesi Argos kralı Aksirius'dur. Krallığını bırakacak oğlu olmadığı için Delfi'nin kahinine fikir sormaya gider. Kahin ona yapılacak bşrşey olmadığını, ancak ileride bir gün kızının oğlu tarafından öldürüleceğini söyler. Bunu duyan Aksirius da kızını yeraltında bronz bir odaya kapatır. Ama gene de uçan ve kaçanın kurtulamadığı tanrı Zeus altın bir yağmur halinde gelerek Danae'yi hamile bırakır ve Perseus doğar. Hain dede Danae ve Perseus'u tahta bir kayıkla denize bırakır. Bu ikili Serifos adası kıyısında balıkçı Diktis tarafından kurtarılır ve Perseus Diktis tarafından büyütülür ve Aşil, Hektor ve Herkül türü kahramanlardan biri olur.

Şimdi gelelim Sefe ve karısı Kasiopeia'ya: Sefe bir Finike kolonisi olan Etiyopya'nın kralıdır. (Bu Etiyopya bizim bildiğimiz Habeşistan olan Etiyopya değil şimdiki İsrail, Ürdün ve Mısır arasında bir yer) Karısı Kasiopeia'da tüm cihana güzelliği ile nam salmıştır. Yalnız bu konuda fazla havalara girip kendisini Afrodit ile kıyaslayınca deniz tanrısı Poseydon'un hışmına uğrar. Poseydon herşeyi yiyen canavar Seto'yu Sefe'nin ülkesine musallat eder. Ne yapsalar bu canavardan kurtulamayınca Sefe Ammon kahinine danışır. Kahin de ona kızı Andromeda'yı Seto'ya kurban etmesi gerektiğini söyler. Memleketi kurtarmak için Sefe kızını bir kayaya bağlayarak Seto'yu beklemeye başlar. Bu sırada seferlerinden birinden dönmekte olan Perseus (yeni mitolojiye göre atı Pegasus üzerinde) gelerek Seto'yu öldürür ve kızı kurtarır. Sefe de kızı Andromeda'yı Perseus ile evlendirir, bunların bir sürü çocukları olur. Bunlardan biri Perse'dir. Perse'yi Etiyopya'da bırakan Andromeda ve Perseus Argos'a dönerler. Perse de büyüdüğünde Pers krallığı kuran kişi olur.

Hepinize hayırlı seyirler...

10 Eylül 2013 Salı

Olimpiyatları neden alamayız?

Hani futbolda bir söz vardır "90 dakika değil sabaha kadar oynasak bunları yenemeyiz" diye, bizim olimpiyat işi de buna benzer bir hal aldı. Artık değil 2020, 2024, 2028 veya 2032, ne zaman olursa olsun bizimle birlikte aday olan ve olimpiyatları düzenleyebileceğine inanılan bir şehir olduğu müddetçe İstanbul'un olimpiyatları alma şansı bulunmuyor. Bunun sebeplerini anlayıp çözümler üretmeden aday olmamızın da bir gereği yok. Tam bir liste hazırlamasak da bunun sebepleri konusunda biraz düşünmek gerekli.
Öncelikle mutlu olduğum konu Gezi olaylarının gündeme gelmemiş olmasıydı. Olimpiyat komitesinin kararı, tercihlerini etkileyen şeylerin çok daha değişik yönde olduğunu gösterir şekildeydi.
Olimpiyat adaylığında en başta sorulan soru şehrin ve ülkenin gerekli yatırımı yapabilecek güce sahip olup olmadığıdır. Başbakan Erdoğan başkanlığındaki büyük grup, bu konudaki devlet garantisini açıkça gösterebildiği için İstanbul Madrid'i eleyerek finale çıkabildi. Ancak finalde değerlendirilen konu  “Olimpiyatları düzenleyebilecek gücü var mı?” veya “Güzel bir şehir mi?” sorularının ötesinde bir kavram.
Çoğunuz bilecektir, dünya sporunda en ileri noktalardan birinde bulunan ABD'de profesyonel spor kulüpleri bir şehre bağlı değildir. O şehirde kalabilmeleri temelde birbiri ile ilişkili iki noktaya bağlıdır; “takımın seyircisi var mı?” ve “takım para kazanıyor mu?”. Bu iki soruya da “evet” cevabı verilemeyecek olursa takımlar o şehirden ayrılarak “evet” cevabı alacakları başka bir şehre taşınırlar. Dolayısıyla günümüz sporunda en önemli konu seyircidir. Seyircisiz spor olmaz ve bizim açımızdan en önemlisi, bizim spor seyircimiz yok. Hatta bizim futbol seyircimiz bile yok. Bu denli seyirci eksikliği olan bir ortamda olimpiyatlara ev sahipliği yapılması imkansızdır.
Basit iki örnek vereyim: Sezon başında Torku Konyaspor ile Kayseri Erciyesspor Ankara'da TSYD kupası final maçını oynuyorlar ve maraton tribünündeki güvenlikçi ve top toplayıcı sayısı taraftar sayısından fazla. Bir diğer örnek; geçen seneye kadar Süper Lig'de yer alan İstanbul Büyükşehir Belediyespor. Olimpiyat stadında oynadıkları maçlara gelen ortalama seyirci sayısı 693 ve bu takım en önem verdiğimiz sporun en önem verdiğimiz liginde oynayan bir takım. Böyle bir takımın ve böyle bir ligin dünya standartlarında yaşaması mümkün değildir.
Spordaki genel geriliğimizi anlatmak için ata sporumuz güreşten veya son 30 senemize damga vuran halterden bahsetmeye gerek yok. Yanıp yıkıldığımız, kendimizi dev aynasında gördüğümüz futbolda dünya sıralamasında 55. sıradayız. 12 Dev Adam Avrupa Şampiyonası'nda tepeye oynamak yerine rezilleri oynuyor. Kabul edelim, sporda iyi değiliz. Takımlarımızın arada önemli başarılar gösterebilmesinin ardında yaptığımız kaliteli yabancı transferleri var.
Bir noktada olimpiyatlara ev sahipliği yapmak istiyorsak öncelikle spor yapmaya başlamamız gerekiyor. Bundan kasıt, pazar öğleden sonra halı saha maçı yapmak ya da haftada bir bisiklete binmek, spor salonlarında kutu kutu, içinde ne olduğu bilinmeyen nesnelerden içip plajda kaslarını göstermek değil, ciddi ciddi spor yapmak.
2020 Yaz Olimpiyatları'na ev sahipliği yapmaya hak kazanan Japonya 2012 Londra Yaz Olimpiyatları'nda okçuluk, atletizm, badmington, boks, futbol, eskrim, jimnastik, judo, yüzme, masa tenisi, voleybol, halter ve güreş gibi 13 değişik dalda tam 38 madalya kazanmış. Biz ise atletizm, tekvando ve güreşte toplam 5 madalya kazanmışız, atletizmden gelen iki madalyanın da durumu ortada.
Olimpiyatlarda 36 spor dalında yarışma yapılıyor. Olimpiyatlara bir kez daha aday olmayı denemeden önce bizim de bu 36 spor dalında en azından finallerde yarışacak kapasitede sporcular yetiştirmemiz gerekiyor. Bunu şampiyona 60 cumhuriyet altını vermeyi vadetmeden yapmamız gerekli. 60 cumhuriyet altını bizim sporcumuzu acilen doping yapmaya itiyor. Oysa, spor acilen başarılar kazanılan bir alan değil. Düzgün bir yüzücü, jimnastikçi veya masa tenisçi olmak için normal hayatınızın yanı sıra bir hayatınız daha olmak zorunda. Arkadaşlarınız sabah sekizde kalkarken sizin altıda kalkıp antrenmana gitmeniz gerekiyor. Herkes gezip eğlenirken sizin ödev yapmanız, herkes ödev yaparken de sizin akşam antrenmanında olmanız gerekiyor. Burada “sporcularımıza iş bulmamız gerekiyor” fazla anlamlı bir kavram değil çünkü dünya klasında bir sporcunun zaten 18 yaşında oraya gelmiş olması gerekiyor. Sorunun iki boyutu var, 18 yaşına kadar çocuklarımızı dünya klasında sporcular olarak nasıl yetiştiririz ve bu çocukları bir karşılık beklemeden sabah altıda kalkmaya nasıl ikna ederiz?
Her iki soruya da kısa cevap şu: Yapamayız.
Bunun da gayet temel nedenleri var. Öncelikle toplumumuzda her geçen gün namusuyla çalışıp didinip kazanmak daha az değer verilen bir kavram halini alıyor. Hızlı yoldan kazanmak varken kim çalışıp didinir? Biz ne zaman ki kolay yoldan gidenlere değil, tırnağıyla kazıyanlara gıpta ile bakmaya başlarız, o zaman belki bir umut doğar içimizde. Çocuklarımız ne zaman edindikleri lükslerle değil, kazandıkları başarılarla mutlu olmaya başlarlarsa sabah altında spor yapmaya uyanmak için bir sebepleri olur. Ancak; bizim çocuklarımız hala “kim ne giyiyor?” veya “onun telefonu ne marka?” sorularında yaşadıkları müddetçe sporumuzun kazanması zor.
Çocuklarımız spor yapmaya başladığında bizler de seyretmeye başlayacağız. Bizler ne zaman para verip İstanbul Minikler Badminton Ligi müsabakalarını seyretmeye gidersek, o zaman olimpiyatları almak için de bir şansımız olabilir.
Son olarak gelin size çılgın görünecek bir öneride bulunayım, birileri keşke dinlese:
Öncelikle futboldan başlamalıyız. Şöyle bir şey diyelim: Süper Lig'de oynamak için en az 20.000 seyirci kapasiteli bir stadınız olmalı ve her maça ortalama en az 15.000 biletli, yani kendi bilet parasını kendisi ödeyen seyirci gelmeli. Bunu sağlamıyorsanız- isterseniz en ala takımı kurun- en üst düzeydeki futbol liginde yer alamazsınız. Ama bununla da kalmadık, dedik ki bu futbol takımlarının hepsi aynı zamanda olimpiyatlarda yer alan 36 branşın tamamında faaliyet göstermeli, minik, yıldız, genç ve A takımları olmalı ve tüm şehir ve ülke şampiyonalarına katılmalı. O zaman, belki, her ne kadar kapılarındaki tabelada “Bilmem nere Spor Kulübü” yazsa da futbol takımından başka bir şey olmayan bu takımlar gerçekten spor kulübü olurlar. Biliyorum, bunların hepsi hayal, aynı bizim olimpiyatları alabilme umudumuz gibi.

22 Haziran 2012 Cuma

İstanbul depremine hazır mıyız?


16 Haziran 2012 Cumartesi günü Bilim Akademisi üyesi Prof. Dr. Naci Görür "İstanbul Depremi ve Kentsel Dönüşüm" üzerine bir seminer verdi. Bu seminerde konuşulan konuları başlıklar halinde size aktarmaya çalışacağım:
  • Kuzey Anadolu Fayı depremleri batıya doğru taşır, 1939'da Erzincan Depremi'nden  başlayarak batıya doğru hareket eden depremler 1999 Gölcük Depremi ile İstanbul'un kapısına dayandı. Gölcük Depremi  fayın İstanbul'a yakın kısmına normalde 220 senede  birikmesi beklenen stresi 55 saniyede yükledi. Daha batıda da 1912 yılında olan Şarköy Depremi Marmara Denizi'nin altında bir boşluk yarattı. Bu bölgede 1776'dan beri büyük bir deprem olmadığı ve ortalama her 250 senede bir deprem görüldüğü için yakın bir zamanda bu bölgede bir deprem beklenmelidir.
  • Marmara Denizi'nde olan bir deprem İstanbul'da 9 şiddetinde hissedilir ve bu şiddette bir depremde iyi yapılmış binalar bile ciddi zarar görebilir. İstanbul'daki binaların %60'ı bu şiddette bir depreme dayanamaz.
  • Ancak depremde önemli olan insanların o binadan sağ çıkabilmesidir. Eğer insanlar o binadan sağ çıkıyorlarsa o bina iyi binadır. Dolayısıyla da afet odaklı kentsel dönüşüm gecekonduları yıkıp güzel görünümlü binalar yapmak değildir.
  • İstanbul'da 1.600.000 bina vardır. Bu binaların bir envanteri bulunmamaktadır. Bina envanteri yokken bu binaları neye göre çürük veya sağlam diye ayıracaksınız? Bir binanın  kalifiye bir grup gerçek analizinin yapılması en az üç gün sürer ve son derece maliyetlidir. Bu emeği harcamadığınız zaman vatandaşı inandırmanız çok zordur.
  • Benzer bir inceleme yapılmaya çalışıldığında Zeytinburnu'nda  16,000 bina sorunlu çıktı ama sağlam dedikleri bina deprem olmadan yıkıldı.
  • Kentsel dönüşüm bağlamında “yıkıp, yapacağız” demek yanlıştır. Devlet garantisi olmadan yapılacak böyle bir işleme vatandaş karşı çıkar ve bu iş vatandaşın desteği olmadan yürüyemez.
  • Eğer “her binayı yıkmayacağız, bazı binalar için güçlendirme çözümüne gideceğiz” denecek olursa bu daha da önemli sorunlar doğurur, çünkü güçlendirme genel bir yöntem değildir. Güçlendirmede her binaya o binaya özgü yöntemler uygulamalısınız. Bu, bina envanteri çıkarılmasından da zor bir iştir ve 1.600.000 bina için bunu yapamazsınız. Ayrıca güçlendirme bilinçsiz yapıldığında çok daha kötü sonuçlanabiliyor. Sonra güçlendirilen bina çökerse bunun hesabını kim verecek ve güçlendirmenin maliyetini kim ödeyecek?
  • Kentsel dönüşümde ayrıca binaların seyreltilmesi de gerekir. Bu da ancak insan yoğunluğunun azaltılması ile mümkündür.
  • Eğer “biz sadece belirli bölgelerde kentsel dönüşüm yapacağız” derlerse bu değişecek alanlara kim karar verecek? Düşünülecek konu afet riski mi rant mı olacak? Bu işi özel sektör yapacaksa ki öyle olacak, o zaman özel sektör afet açısından en kötü durumda olan yere değil rantı en yüksek olan bölgeye girer. Ama bu durumda rantı düşük olan yerleri ne yapacaksınız? Vatandaşlar arasında bu ayrımı yapamazsınız.
  • Bu soruların hiçbiri yasa çıkmadan konuşulmadı. Bu sorulara acilen cevap verilmesi gerekiyor. Planlanan kentsel dönüşüm kapsamlı ve deprem odaklı olmayacak.
  • Deprem odaklı olsaydı öncelikle tehlike ve risk analizi yapıp sonra zarar azaltıcı önlemler almanız gerekir. Kenti depreme hazırlamalıyız. Sadece deprem değil diğer doğal tehlikeler de hazır değiliz. İstanbul'un bir tehlike analizi yapılmadı, tehlikeler varsayımla kabul edildi. Sonra risk analizi yapacaksınız: Nereler etkilenecek? Zararın insani boyutu ne olacak? Ekonomik boyutu ne olacak bilmeniz gerekir? Mevcut hastanelerin on katı olsa gene de yetmez, hatta hastanelerin kendi yerleri bile güvenli değil.
  • Gölcük Depremi'nden bu yana 13 sene geçti ve yasa daha yeni çıktı. Yerel yönetimlere bu konuda büyük iş düşüyor. İstanbullu depremde ne yapması gerektiğini bilmiyor. İstanbul'un içinde bol miktarda parlayıcı ve patlayıcı depolayan yer var. Yapı stoğu problemin sadece bir kısmıdır. Halkın bilinci, örgütlenmesi yok, zararlı maddelerin güvenilir depolanması yok. Kentsel dönüşümün aceleye getirilmeden gerçekleştirilmesi gerekiyor. Ancak bu bir toplu konut projesi değildir, kentsel dönüşüme öyle bakmak tüm umutlarımızı söndürür.

18 Haziran 2012 Pazartesi

Dinazorları öldüren şey bizi de öldürür mü?


Filmden önce bir pizza yemek uğruna Jurassic Park'ı en ön sıranın köşesinden seyrettiğimden midir, bu dinazor denen hayvanlar gözüme hep çok büyük görünmüşlerdir. Dolayısıyla da bu büyüklükteki hayvanları neyin öldürdüğü sorulduğunda ilk tepkim "çok büyük birşey olmalı" olmuştur hep. Peki ben bu konuya neden merak sardım? Paleantoloji ile alakam meraklı bir bilim adamı olmaktan ileriye gitmezdi son zamanlara kadar. Ancak asıl merak sardığım konu pesimist karakterimden geliyor, "içki-sigara-kadın-kumar gibi bilindik sebepler dışında bizi öldürecek o kadar çok şey var ki, bunların hepsini bilmeli" diyerek düştüm yola. Tabi doğal olarak deprem geliyor aklımıza, sonra iklim değişikliği, ama burada kalmalı mı? "Bu dinazorları öldüren şey neyse bizi de haydi haydi öldürür" diyerek önce derslerde kullanmaya başladım bu temayı. "Hocam ya üç ders önce metan püskürmelerinin bunları öldürdüğünü söylüyordunuz şimdi meteor diyorsunuz, ne iş" sorusuyla karşılaşınca gördüm ki eğer ben topladığım bilgileri düzgünce bir sıraya koymayacak olursam benim kadar öğrencilerin de kafası karışıyor. Çünkü bu dinazor hikayesi çok zevkli bir konu olduğundan gazeteler ikide bir bu konuya saldırıyorlar, her saldırıda da anlatılan sanki tek doğruymuş gibi lanse edildiği için herkesin bu konudaki son bilgisi en son hangi gazetenin arka sayfasını okuduğuna bağlı olarak değişebiliyor. Bu sebepten bir bilimci olarak bu konudaki bilimsel bulguları anlatmak istedim. Söze son cümlesi ile başlayayım yazının, canı sıkılan gerisini okumayabilir düşüncesi ile:

Dinazorları neyin öldürdüğünü hala tam olarak bilmiyoruz.

Son üç-beş bin yılın tarihini yazmak bile epey zor bir olayken paleantoloji, veya başında paleo olan her bilim dalı çooook zor alanlar, bu konularda çalışan herkese saygım sonsuz. Adamlar bir hayvanın buldukları tek kaval kemiğinden havyanın tüm yaşantısını üretmeye çalışıyorlar, bilimsel sınırlar içerisinde kalarak. Bu sebepten "dinazorları öldüren neydi?" sorusuna tam ve doğru bir yanıt vermenin tek yolunun bir zaman makinesi yapıp, o zamana geri gidip, olayın nasıl olduğunu görmekten geçtiğini düşünüyorum, ama bu da mümkün olmadığı için elimizdeki verilerden hareketle geçmişi kurgulamak zorundayız, bu kurgulama da paleantolojinin temelini oluşturuyor.


Canlıların geçmişine baktığımızda ana hatları ile tarihi dört bölüme ayırıyoruz: Cambrian öncesi, Palaeozoik, Mesozoik ve Senozoik. Bunlardan Cambrian öncesi en eski, Senozoik ise içinde yaşadığımız dönem. Bu dönemler içerisinde denizlerdeki hayat karaya çıkarak günümüzdeki çeşitliliği yaratmış. Ancak bu gelişim içerisinde büyük felaketler canlı türlerinin pekçoğunun ölümüne yol açmış. Son altıyüz milyon yılda böylesi yirmiye yakın irili ufaklı felaket var. Son elli yılın bilimsel gelişmeleri ile bu felaketlerin varlığı artık tartışılan bir olay olmaktan çıktı, oysa 1950'lere kadar bu felaketlerin varlığı bile tartışılıyordu. Bu felaketlerin geçmişte olmadığını düşünmek bugün de olmayacaklarını düşündürdüğü için içimizi rahatlatıcı bir etki yaptığından sanırım. Ancak paleobilimlere fizik, kimya ve mühendislik alanındaki gelişmeler de yardımcı olunca geçmişin önündeki sis perdesi tamamen kalkmasa da bize bazı ipuçları vermeye başladı.
Bu irili ufaklı yirmi felaketin beş tanesi "Büyük Beş" diye biliniyor. Bunun temel sebebi de bu felaketler sırasında neredeyse dünyadaki canlı türlerinin %50sinin yok olmuş olması. Bunların arasında da 251 milyon yıl önce gerçekleşen felaket "Büyük Ölüm" diye biliniyor ki burada dünyadaki canlı türlerinin neredeyse %90'a yakın bir kısmı yeryüzünden silinmiş. Ama bu silinenler dinazorlar olmadığı için o derecede gazetelerin ilgisini çekmiyor bu konu (bir sonraki yazımızın konusu). Ancak 65 milyon yıl önce Mesozoik-Senozoik geçişinde oluşan (ki daha da ayrıntısıyla buna Kretaceous-Tertiary K/T sınırı diyoruz) felaket dinazorlar da dahil olmak üzere dünyadaki tüm canlı türlerinin %50sini öldürmüş. Hem dinazorları öldürmesi açısından hem de büyük felaketler arasında bize zaman olarak en yakını olması bakımıyla bu felaket hakkındaki bilgilerimiz daha doğru ve taze.
En önemli bilgimiz ne?? Doğadaki kayalara baktığımız zaman yıllar boyu çeşitli sebeplerle kum taneciklerinin üstüste yığılmaları sonucunda oluşan katmanları görüyoruz . Dünyanın pekçok yerinde bu katmanlar bulunabiliyor ve daha da önemlisi, hiçbir yerde bu katmanların sırası değişmiyor, yani bazı yerlerde bu katmanlar kalınlaşıp incelebiliyor, bazı yerlerde toptan ortadan yok oluyor, ama hiçbir zaman bir yerde altda olan bir katman bir başka yerde üste çıkmıyor. Bu sebeple de biz bir katmanda fosiller bulduğumuz zaman bu fosilleri ne zaman yaşamış olduklarına dair bilgi ediniyoruz. Felaketler konusundaki temel bilgimiz de buradan geliyor. Bir katmanda kırk değişik fosil türü buluyor, bir sonraki katmanda bu sayı dörde düşüyorsa (tüm dünya ortalaması olarak) iki katman arasındaki felaketde canlıların %90'a yakın kısmı ölmüş diyebiliyoruz. Tabi burada hemen akla gelen soru her canlının fosil bırakıp bırakmadığı ve bu bilginin ne derece doğru olduğu ama paleobilimcilerin temel uğraşı eldeki verilerden bu çıkarımı yapmak ki bu konuda da gayet başarılılar. Olayı biraz basitleştirip abartırsam şöyle bir örnek verebilirim: Denizdeki küçük balıkların coğu bir fekaletde öldü ise iki basit sonuç çıkartabiliriz: Ya biri tek tek bu balıkları öldürdü, ya da bu balıkların yiyeceği olan planktonlara da birşey olduğu için bu balıklarında nesli tükendi.


Bu kaya katmanlarından aldığımız temel bilgi, bundan 65 milyon yıl önce birşey oldu ve bu şey veya şeyler canlıların %50sini öldürdü. Ama buradaki temel sorun, mesela 1950'ler dersek bu 10 yıllık bir dönem demektir, ama 65 milyon yıl dersek bu nereden baksanız birkaç bin yıl hata payı taşır. Yani, birkaç bin yıl içinde olan olaylar silsilesi mi yoksa bir anda olan bir olay mı sorusunun cevabı sadece zaman makinesinden geçiyor.


Kayalar bize felaket öncesini ve sonrasını ne olarak gösteriyor. Ama tam felaket zamanına baktığımızda kalın ve koyu renkli bir tabaka görüyoruz, dünyanın neresinde olursak olalım. Bu tabakanın kimyasal özelliklerini ancak son yirmi-otuz senede doğru olarak inceleme fırsatı bulabildik. Bu katman bize ilginç birşey bildiriyor: İridyum normalde dünya üzerinde bulunan bir metal değildir. Bu metalin ana kaynağı uzaydan gelen meteorlardır. 1980'de Nobel ödüllü araştırmacı Luiz Alvarez'in yayınladığı çalışma (1), normalde milyarda 0.3 olan iridyum miktarının 65 milyon yıl önceye ait olan o koyu renkli tabakada milyarda 9' çıktığını gösteriyor, yani normalin 30 katına. Bunun iki sebebi olabilir ve bilim adamları hala bu iki sebebi tartışıyorlar: Ya bu koyu renkli tabaka normalden 30 kat daha yavaş oluştu, ya da atmosferdeki iridyum miktarını 30 katına çıkartan bir olay oldu.



Daha sonraki çalışmalar daha da ilginç sonuçlara yol açtı. Mesela, her ne kadar bu koyu renkli tabaka dünyada her yerde bulunsa da, içindeki iridyum miktarı her yerde aynı değildi. İridyum miktarındaki artışı bir okla çizecek olursak, dünyada çizilen bu okların tamamı bir bölgeyi bize işaret ediyordu, şimdi Meksika ve Karayip denizinin olduğu bölgeyi. Ancak şu anda bu bölgeye bakacak olursak bir meteorun çarpması sonucu oluşacak bir krater göremiyoruz. Bilimadamları ise bizden farklı gözlüklerle bakıyorlar resme.

Mesela Meksika'nın Yukatan yarımadasındaki su çukurlarının dağılımına bakarsak bu dağılımın yuvarlak bir bölgenin çevresinde oluştuğunu görüyoruz. Benzer ipuçlarını takiple Yukatan yarımadasının ucundaki Chicxulup kentine varıyoruz. 1980'in Alvarez hipotezi bu kenti merkez alan yaklaşık 180 km çapındaki bir kraterin bulunduğunun 1990 yılında açıklanması ile kesinleşiyor (2).

Ancak burada unutmamamız gereken bulgu şu: 65 milyon yıl önce bugünkü Meksika'daki Chicxulup kentinin olduğu yere çapı yaklaşık olarak 10 km olan bir göktaşı çarptı ve bu çarpmanın etkisi ilen çıkan tozlar bütün dünyayı kapladı. Bu fizikçilerin, jeologların ve astrofizikçilerin üzerinde anlaştıkları bir nokta, hatta paleobilimciler de buna itiraz etmiyorlar. Fakat soru 65 milyon yıl önce canlıları öldüren bu olay mıydı?? Çünkü bu sonuca yol açabilecek başka adaylar da var.

Mesela, Princeton'dan bir grup bilimadamı aslında bu çarpmadan 300,000 yıl sonra bile dinazorların yaşamakta olduğunu ve aslında bu çarpmadan 300,000 yıl sonra gelen ikinci bir çarpmanın kötü sonuçlandığını söylüyorlar. Bu yeni bir teori ve özellikle de ikinci çarpma konusunda elde somut deliller olmaması konuyu zorlaştırıyor. Gene de Ukrayna'daki Boltysh krateri (24 km), Kuzey Denizi'ndeki Silverpit krateri (20km) ve en önemlisi Hindistan'ın batı kıyıları açığında yeni bulunan ve varlığı daha pekçok jeolog tarafından kabul edilmeyen Shiva krateri (450 km) 65 milyon yıl civarında yaşlara sahip olduğu düşünülen kraterler. Ancak koyu renkli tabakadaki iridyum miktarı Chicxulup büyüklüğünde bir krateri işaret ediyor, daha büyüklerini veya daha küçüklerini değil.


Bu yokoluş alanındaki ikinci büyük teori ise büyük yanardağların sebep olduğu iklim değişikliğinin canlıları öldürmüş olması. Hindistan'ın ortasında yer alan Deccan Platosu'nun tabanı yaklaşık 2 km kalınlığında volkanik bazalt kayalardan oluşmaktadır. Bu bazalt kayalar yaklaşık 500.000 kilometrekarelik bir alan kaplamaktadır. Bu alanı oluşturan yanardağ patlamalarının yaklaşık 30.000 yıl sürdüğü ve bu yanardağlardan çıkan kükürtdioksit ve karbondioksit gibi gazlar nedeniyle oluşan sera etkisi Chicxulup çarpmasından 500.000 sene önce dünyanın ortalama sıcaklığını yaklaşık 8 derece artırarak kitlesel ölümlere yol açmış olabileceği de söyleniyor (3).
Ayrıca yine 65 milyon yıl önce deniz seviyesinin çok düştüğü bilinen bir gerçek, deniz seviyesindeki bu düşüşü şu an için açıklayabilmek mümkün değil, ancak bu düşüşün özellikle deniz canlıları üzerinde büyük bir etki yaptığı kesin.
Başka neler var?? Mesela yakınlarımızda patlayan bir süpernovadan yayılan gamma ışınlarının ozon tabakasını yok ettiği ve bu sebepten canlıların da soylarının tükendiği hipotezi var ama çevremizde bunu destekleyen bir kanıt yok.

Sonuç olarak dinazorları neyin öldürdüğünü bilmiyoruz. Fakat bizleri Chicxulup'a yönlendiren Nobel ödüllü fizikçi Alvarez de dahil olmak üzere pekçok bilim insanı gittikçe daha ciddi olarak dinazorları bir tek şeyin değil birkaç şeyin birlikte veya üstüste hareket etmesinin öldürdüğünü düşünüyorlar. Yani, dinazorların son dönemlerinde iklim zaten onların yaşamını zorlaştıracak kadar değişmiş ve sıcaklıklar artmıştı. Meteor çarpmaları ve/veya yanardağ patlamaları da atmosfere kattıkları sera gazları nedeni ile daha da büyük bir ekolojik stres yarattıklarından sonunda hayat pekçok tür için dayanılmaz hale gelmişti. Sonuçta her ne kadar elimizde artık pekçok ciddi kanıt olsa da dinazorları neyin öldürdüğünü hala tam olarak bilmiyoruz.

  1. Alvarez, LW, Alvarez, W, Asaro, F, Michel, HV (1980). "Extraterrestrial cause for the Cretaceous–Tertiary extinction". Science 208 (4448): 1095–1108.
  2. Hildebrand, AR, Penfield, GT, Kring, DA, Pilkington, M, Zanoguera, AC, Jacobsen, SB, Boynton, WV (1991). "Chicxulub Crater; a possible Cretaceous/Tertiary boundary impact crater on the Yucatan Peninsula, Mexico ". Geology 19 (9): 867-871.
  3. Duncan, RA & Pyle, DG (1988). "Rapid eruption of the Deccan flood basalts at the Cretaceous/Tertiary boundary". Nature 333: 841-843.





16 Haziran 2012 Cumartesi

Rio'dan yirmi yıl sonra


1980'lerde gelişmiş ülkeler belirli bir refah seviyesine ulaştıklarından artık çevre sorunlarına da ilgi gösteren güç odaklarını da politik yelpazelerinde barındırmaya başladılar. Ayrıca 1970'lerde ortaya çıkmaya başlayan insanlığın dünyanın iklimini değiştirmekte olduğu gerçeği Birleşmiş Milletler'i 1992 yılının Haziran ayında Rio de Janeiro'da bir konferans düzenlemeye yöneltti. Ana teması Kalkınma ve Çevre olan bu konferansa 108'i devlet ya da hükümet başkanı olmak üzere 172 ülkenin temsilcileri katıldı. Konular devletler arasında bu derece üst düzeyde ilk defa ele alındığından tüm taraflar arasında inanılmaz bir iyimserlik hakim oldu (günümüzle kıyaslandığında). Bu konferans sonunda iki önemli belge imzaya açıldı:

İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması (Framework Convention on Climate Change – UNFCCC): Bu anlaşmanın temel amacı insan kaynaklı sera gazlarının dünyanın iklimini değiştirmesine engel olmaktır. Konuyu ortaya bu şekilde koyduğumuz anda buna hayır diyecek kimseyi bulmak kolay değildir. Endüstri Devrimi'nden sonra sanayileşmenin ve nüfus artışının çevremizi her geçen gün biraz daha kirlettiğini biliyoruz. Devletlerin de bunu azaltma yolunda çaba göstermek üzere bir karar almaları gayet doğaldır. Bu anlaşmayı da Birleşmiş Milletler'e yeni üye olan Güney Sudan hariç 195 ülke kabul etmiş durumdadır. Ülkemiz de 2004 yılında bu anlaşmayı meclisten geçirerek anlaşmaya taraf olmuştur. Anlaşmanın temelinde iki ana madde yatar:

1.    İklim değişikliği öylesine büyük ve tehlikeli bir problemdir ki dünya ülkeleri bu problemin bilimsel anlamda kesinlikle kanıtlanmasını beklemeden harekete geçmek zorundadırlar. Çünkü gerekli adımların atılması için bilimsel kesinliğe ulaşılması beklenecek olursa artık harekete geçmek için çok geç kalınabilir.
2.    Atmosferdeki sera gazı miktarının insanlar için gerekli besin miktarının üretimini engellemeyecek ve sürdürülebilir kalkınmaya imkan verecek seviyede tutulması gereklidir.

Bu iki maddeyi de dünyadaki (neredeyse) tüm ülkeler kabul etmiştir. Kabul edilmeyecek gibi de değil bu maddeler. Kim bunlara “hayır” diyebilir ki. Ama iş bu maddelerin nasıl gerçekleştirileceğine gelince anlaşmazlıklar da başlıyor. Gelişmiş ülkeler gelişmişliklerini endüstrileşmelerine, endüstriyi de bu sera gazlarının salımına bağlı olarak sağladıklarından, sera gazlarının miktarındaki bir azaltma doğal olarak bu ülkelerin refah seviyelerinde de bir azalma olarak algılanıyor. Bu sebeple de sera gazı salımlarının çoğunluğundan sorumlu olan gelişmiş ülkeler bu konuda ciddi kısıntıya gitmek istemiyorlar. Öte yandan gelişmekte olan ülkeler de gelişmiş ülkeler seviyesine ulaşmak istediklerinden bir azaltma yapmayı doğru bulmuyorlar. Sonuç olarak da özellikle son üç yıldır hemen hemen herkes ana fikirler konusunda hemfikir olsa da atılacak adımlar konusunda ciddi bir tıkanıklık yaşanıyor.

Biyolojik Çeşitlilik Anlaşması (Convention on Biological Diversity – CBD): Bu anlaşmanın da üç temel amacı vardır:

1.    Biyolojik çeşitliliğin korunması
2.    Biyolojik çeşitliliğin sürdürülebilmesi
3.    Genetik kaynakların tüm insanlığın mirası olarak eşit şekilde paylaşılması

İklim değişikliği ve biyolojik çeşitlilik deyince aklımıza nedense kutup ayıları geliyor hep. Unutun artık kutup ayılarını lütfen. Biyolojik çeşitlilik denince aklınıza “mis gibi kokan domatesler kalmadı artık” veya “eskiden Boğaz'dan uskumru çıkardı” gelsin. Nasıl olup da kağıt üzerinde ülkemiz de dahil olmak üzere 168 dünya ülkesinin biyolojik çeşitliliği koruyacaklarına söz verdiklerini ve korumak için neredeyse hiçbir şey yapmadıklarını unutmayalım.

İşte bu şartlar altında dünya ülkeleri gelecek hafta bir kez daha Rio'da toplanarak 20 sene önce ne de güzel kararlar almış olduklarını konuşacaklar. Sonuçları hepimiz çok merakla bekliyoruz değil mi?? Bir de unutmadan, bu seneki toplantının adında bile artık çevre, iklim ya da biyolojik çeşitlilik yok, Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı hepimize hayırlı olsun.

8 Mayıs 2008 Perşembe

Mısır'da son olarak başıma gelenler


Diyeceksiniz ki böylesi şikayetçisin neden Mısır'a gidip duruyorsun?? Haklısınız, ama ilk sefer merak ettiğimden, sonraki seferler de iş gereği gitmem gerekti. Tatil için gittiğimde başımıza gelenler pişmiş tavuğunkilerden beterdi, ama ben ısrarla sinirlenmemeye çalıştığım için fena vakit geçirmemiştim. Detayları Mısır blogumda okuyabilirsiniz. Ancak özellikle son seferde yaşadıklarımı yazmak istedim ki normal bir zamanda normal bir iş için Mısır'a gidecek olursanız sizi nelerin beklediğini bilin.
Öncelikle son gidişim üç geceliğine ve sadece iş amaçlı idi. Pazartesi gecesi 22:30 gibi hotele varıp, perşembe sabahı 08:00 gibi hotelden ayrılmak üzere kurulu bir plan. Kalacağımız hotel Sharm el-Sheikh'de, davet eden Mısırlı arkadaşların da çok tavsiye ettikleri bir hotel/resort olduğu için öncelikle haftasonundan gidip birkaç gün ekstra kafa dinlemek istememe rağmen uçakta yer olmadığı için son anda kalacağımız yere varıp en erken ayrılabileceğimiz vakitte de ayrılmak zorunda kaldık. Bilmeyenler için Sharm bizim Antalya/Belek benzeri deniz kıyısı sıra sıra resort/hoteller dolu bir mekan. Neredeyse vardığınız yerden hiç çıkmadan tatilinizi geçirip geri gelebilirsiniz, ancak tavsiyem eğer hizmet almak istiyorsanız pahalı da olsa Antalya'yı tercih etmeniz, eğer mutlaka Mısır'a gitmek zorundaysanız, hiç bir hizmet alamayacağınızı bilerek gitmeniz. Benim vereceğim örnekler yerin kalitesi veya güzelliği ile alakalı değil, bir cennet yaratmışlar, ama içinde zebaniler hizmet ediyorlar.
Olay 1: Hotelde Internet bağlantısına ihtiyacımız var, bağlantı ücretli, resepsiyona gidip ücret sorduk, günlüğü yaklaşık 40 YTL gibi bir fiyata bir kart alıyorsunuz, o kartın üzerindeki şifreyi bağlantı sırasında giriyorsunuz ve bağlanıyorsunuz, teoride. 80 YTL verip iki kart aldık, iki gün bağlantı için, toplantı salonundan bağlandık, tüm gün sorunsuz kullandık. Ertesi sabah geri gelip bağlanmayı denedik, kart izin vermiyor, "hani belki bunun süresi erken dolmuştur" diyerek ikinci kartı denedik, gene kabul etmiyor. Elimizde bilgisayar resepsiyona gidip gösterdik, "ama sizin bu aldığınız kart odanızda kullanmak için kart, başka yerde kullanamazsınız" dediler. Nasıl yani? Hotelin içinde resepsiyonda bilgisayar kullanmak için bir kart, odada kullanmak için başka kart mı almak gerek? Evet, öyle yapmak gerekliymiş. Peki kartı alırken bunu bize söylemişler mi? Hayır. Kartı geri alıyorlar mı? Hayır. Ne yapmak lazım? Odaya gidip oradan bağlanmak. Döndük odamıza, bağlanmayı denedik, bu sefer de ağ bağlantısı yok. Yani odada kullanılmak üzere kart satıyorlar, ama odada ağa bağlanılamıyor. Döndük resepsiyona, anlattık derdimizi, "yanlış kartla bağlanmışsınızdır" dediler. Bir türlü derdimizi anlatamadık, Internet'e bağlanamadık, paramızı da geri alamadık.
Olay 2: Toplantımız bitti çıkıyoruz, çıkışta para ödeyip faturamızı alacağız. Faturanın şirket adı ve adresine kesilmesi gerekli. Resepsiyondaki vatandaş tutturdu "ben sadece sizin adınıza keserim ve adres yazma özelliği sistemde yok" diye. "Kardeşim nasıl olmaz, bak çıktı aldığım kağıtta benim ismimle TURKEY arasında iki satır boşluk var, o iki satır boşluğa adresin yazılması gerekiyor". Fazla cebelleşemiyoruz çünkü uçağa geç kalacağız. Sonunda dedik ki "bari sen benim ismimi sil, yerine şirket ismini yaz, o yetsin". Ona ikna etmemiz de biraz vakit aldı ama becerdik. Tek parmakla şirket ismini yazmaya çalışırken yardım edelim dedik, bir baktık ki ekranda adresinden posta koduna kadar her türlü bilginin girileceği alanlar mevcut, "bu ne?" dedik, "ben hiç kullanmadım ki orayı" dedi. Hıyar mı, aptal mı, tembel mi karar veremeden faturamızı alıp çıktık. Havaalanına götürecek otobüse bindik, otobüs yerinden tam kalkarken ben adetim üzerine cüzdan, bilet, pasaport kontrolü yapmaya giriştim, baktım pasaport yok. "Oğlum nerede bizim pasaportlar?","girişte resepsiyonda aldılar, bir daha da geri vermediler","aman şöför dur", inip koştuk resepsiyona geri. "Nerede bizim pasaportlar?" "Burada!" "Neden vermediniz bize geri?" "Geri istemediniz ki" dedi adam bana. Hani ben yolculuk telaşında unuttum ama bu laf sanırım hıyarlıkla aptallık sınırında bir yerlerde. Adamlar her konuda haklılar, müşteri de her konuda haksız.
Olay 3: Bas bas bağıra bağıra müzik çalan bir otobüsle havaalanına vardık. Uçacağımız uçak A320, en az 100 kişi uçağa binmek için kuyrukta ve bunların tamamı için sadece bir kontuar açık ve orada da yaygın oturan gençten bir Mısırlı var. Biz bunlara göre kırk kat daha uygar sayılırız çünkü 100 kişi kuyrukta beklerken bir 100 kişi de aradan kaynadı kuyruğa, ama nedense bekleyenlerin tümü yabancı turistler, kaynayanların da tümü yerliler. Biz salağız ya. Ama tabi bu durumda tüm uçağın işlemlerinin bir kişi tarafından yapılması da yaklaşık iki saati aştı, bizim uçak da bir saat gecikme ile kalktı, umurunda mı kontuarda yayılan memurun veya onun amirinin. Haa, bir de sıra bana gelince, benim pasaporta baktı, "sizin Kahire vizeniz yok" dedi. "Nasıl yani? dedim, "iç g hatlar uçuşuna vize mi gerekiyor?" biraz düşündü, sonra kendi söylediği lafın salaklığını kendi de gördü ve susup işine devam etti.
Olay 4: Tabi uçak bir saat rötarla kalkınca bir saat rötarla indi, indiğinde bizim İstanbul uçağının kalkmasına kırkbeş dakika vardı. Kapıda bir görevli, "bağlantılı uçuşu olan var mı?" dedi, biz el kaldırınca baktı, "sizin özel bir durumunuz yok, İstanbul uçağı zaten iki saat rötarlı, rahat rahat yetişirsiniz, bavulunuzu alıp dış hatlar terminaline gidin" dedi. Burada bir parantez, sanırım adamlar bavulları kaybedeceklerine güvendikleri için gümrük geçmeyeceğiniz durumlarda bile bavulunuzu alıp size taşıtıyorlar. Neyse, bavulun gelmesini neredeyse bir saat bekledik, sonunda geldi, elimizde sürükleyerek iç hatlardan dış hatlara yürüdük, dış hatların güvenliği bizi içeriye sokmadı. "Nasıl yani??" "İstanbul uçuşu kapandı, giremezsiniz" "Ya bize Egyptair görevlisi girebilirsiniz dedi" "Yok, bana ne, gidin onlarla konuşun" Gittik Egyptair bürosuna, sıra numarası aldık, numara 130, sıra 112'de. On dakika bekledik, sıra hala 112'de çünkü 112 bilet pazarlığı yapıyor. Zaten uçağın kalkmasına bir saat kalmış, daha fazla beklemeye cesaret edemedik, kapıdaki görevliye "bahşiş" verdik, bize yol gösterdi. İleride bir gizli kısımda müşteri hizmetleri varmış. Neyse gittik oradaki bayana derdimizi anlattık. Tamam diyerek ortadan kayboldu, bir yarım saat sonra geri geldi, tabi bu sırada benzer şekilde bekleyenlerin sayısı 20 civarını bulmuştu. Bizi güvenlikten geçirerek check-in'e götürdü, yerimizi alıp uçağa son yolcu olarak binebildik. Ama uçakta epey boş yer vardı. Yani hangi akla hizmet "uçuş kapandı" diyerek bizi kapıdan çevirdiler ve ecel terleri döktürdüler anlamadık.
Bunlar dışında kırk türlü irili ufaklı olay oldu iki gün içerisinde, ama çok uzun süredir memleketime döndüğüme bu kadar sevinmedim. Bir daha da asla bizim memleketteki hizmet sektörüne laf etmeyeceğim çünkü kötü müşteri hizmetleri nasıl olur gördüm. Son olarak da, sanmayın ki ben kılım veya olaylar bana battı. Toplantıyı düzenleyen kişi Alman'dı, senelerdir bu toplantıyı Antalya'da düzenleriz, Mısırlıların davetine bu sefer hayır diyemediği için Mısır'a gitmek zorunda kaldık, son akşam o da köpekler gibi pişmandı, onun da başına gelmedik kalmamış Mısır'a girişte. Dönüş grubumuzda da bizden başka epey milletten adam vardı, bazıları Arap olmak üzere, herkesin temel kararı toplantıları bir daha Mısır'da düzenlememek şeklinde oldu. Özellikle iş toplantıları için Mısır'a gidecek olanların dikkatine... 

5 Mayıs 2008 Pazartesi

İklim Değişikliğinin Temel Soruları


Pek çok ortamda karşımıza çıkan bir soru var, soranların izni ile bir kez daha tekrarlamak istiyorum: "İklimin değişmesi zaten doğal bir süreç hatta geçmişte de buzul çağları olmuş ve insan soyu hala devam ediyor. Siz iklim değişikliğini önlemeye çalışarak doğanın bu düzenini bir şekilde bozup değiştirmeye çalışmış olmuyor musunuz?" Hatta bu soruya şöylesi bir ekleme de geldi: "Referans noktası olarak kendimizi alırsak, yani insan gözüyle bakarsak; doğa ve insan doğal olarak ayrı görünebilir ki eylemlerimizi doğaya müdahale mi acaba diye yargılayabiliriz. Halbuki referans noktasını dışarıdan bir yerden alırsak, insan türünün bütün eylemleriyle birlikte diğer türler gibi doğaya ait olduğunu görürüz. Yani insanoğlunun bilgi birikimini geliştirmesi (bilimsel çalışmalar), teknolojik gelişmeler, buna bağlı olarak diğer canlılara verilen zararlar, bunların hepsi doğanın içinde tasavvur edilirdi dışarıdaki gözlemci tarafından" (Nilay ve Serdar'a teşekkürlerimle). Bu sorulardan ilki nispeten daha kolay cevaplanır nitelikte olduğu için ondan başlayalım cevaplamaya...

Soru: İklim değişikliği doğada hep olan birşey midir??
 
Cevap: Dünya tarihinde bundan çok daha sıcak ve çok daha soğuk zamanlar olmuştur. Dolayısıyla dünya için sıcaklığın bundan çok daha sıcak veya çok daha soğuk olması doğaldır. Geçmişte bizim şu anda saldığımız karbon diyoksit miktarından çok daha fazlası atmosfere doğal sebeplerden yayılmış ve sıcaklığı arttırmıştır. Mesela dinazorların ortaya çıkıp yayıldıkları Jurasik döneminde atmosferdeki karbon diyoksit miktarı günümüzün neredeyse beş katı, sıcaklı ise bugünkünden ortalama olarak dört derece yüksekti. Dolayısıyla sıcaklıkların veya karbon diyoksit miktarının bugünkünden çok daha fazlası bile dünya veya hakim ekosistem açısından ciddi bir sorun yaratmamaktadır.
 
Sorunun ikinci kismi: Biz doğanın işine karışmakla doğru mu yapıyoruz??
 
Cevap: Doğayı bu iklim değişikliğine doğal sebepler itmedi ki insanların bu değişikliği durdurmaya calışması doğaya aykırı olsun. Zaten yukarıdaki eklemeyi de göz önünde bulunduracak olursak, biz zaten doğanın bir parçasıyız, dolayısıyla bizim yaptıklarımız da doğanın bir parçası olmalı (ben her ne kadar bu görüşe fazla katılmasam da).

Ama belki de daha önemli soru: Bugünküleri geçmişteki tüm iklim değişikliklerinden ayıran nedir??
 
Cevap: Geçmişteki iklim değişikliklerini ikiye ayırmak mümkün: Ani olaylar sonucu oluşan iklim değişiklikleri ve uzun süreçler sonunda oluşan iklim değişiklikleri. Meteor çarpması veya dev yanardağlar gibi oluşan iklim değişiklikleri neredeyse kesinlikle bilindiği gibi pekçok türün ölümü ile sonuçlanmıştır. Aradan geçen milyon yıllar sonunda ortaya çıkan yeni türler bu değişen iklim şartlarına uyum sağlamaya başlayarak hayatın devamlılığını sağlamışlardır. Burada dikkat edilmesi gereken, ani olaylar sırasında var olan türlerin pekçoğu bu olaylar sırasında yok olmuşlar ve yeni türler bunların yerini milyonlarca yıllık bir süreçte doldurmuştur. Günümüzdeki gibi iklim değişikliklerinin benzerleri geçmişte yaşandıklarında sonuçları da ciddi anlamda felaket olmuştur. Bunun temel sebebi de canlı türlerinin pekçoğunun ani değişikliklere hızlı tepki verememesidir. Önümüzdeki yüz yılda dünyanın ortalama sıcaklığı 6 derece artacak olsa, emin olun insanlık ortadan kaybolmaz, pekçok tür yok olabilir, ancak insanlık değişen şartlara en hızlı ayak uydurabilen tür olduğu için yaşamını sürdürecektir. Ama buradaki temel sorun insanların ölümü değil insanların besin kaynaklarının yok olmasıdır. Bunun sonucunda da insan nüfusunda ciddi azalma beklenebilir. Bazı kaynaklar bu ciddi azalmayı %90-95 seviyesinde vermektedirler. Mesela geçmişte buğday ambarı diye bilinen ülkemizde buğday artık sınırlı bölgelerde üretilebilmektedir, çünkü bitkileri kendi hallerine bırakacak olursanız üreme alanlarını senede ancak 1-2 km değiştirebilmektedirler. Buna karşılık iklim değişikliği bitkilerin yaşam alanlarını bundan çok daha hızlı değiştirdiği için insanlar dışındaki canlı türleri buna ayak uydurmakta büyük zorluklar çekmektedir. Bu noktada karşımıza çıkan doğal soru: "Peki güneyler bitki yetiştirilemeyecek kadar sıcak olduğunda insanlık kuzeye kayarak kuzeyde tarıma uygun olmayan alanları tarıma açmak suretiyle aynı tarım ürününü elde etmeye devam edemez mi?" Basit cevabı, edebilir ama nereye kadar, kuzeye gitmenin bir sınırı var, ancak güneyde tarıma imkan vermeyecek olan alanın genişlemesinin bir sınırı yok, dolayısıyla da beklenen 6 derecelik bir iklim değişikliği insan nüfusunda da ciddi bir azalmaya neden olacaktır.

En önemli soru: Madem bizler doğanın bir parçasıyız ve madem iklim değişiklikleri doğada var, biz neden birşeyler yapmalıyız??

Cevap: Biz bugün dünyada yaşıyoruz. Eskiden Bangladeş'in tamamı suyun altına gömülecek olsa kaç yazardı, şimdi gerçekleşmesini pekçoğumuzun göreceği bu ihtimal 100,000,000 insanın hayatını kaybetmesi demek. Bunun için konu umurumuzda ve durdurmak icin birşeyler yapmaya çalışılması gerekiyor. Pekçoğumuz hayatımızı biraz daha az güneşe çıkarak, yiyeceklere biraz daha fazla para harcayarak ve klimayı biraz daha fazla çalıştırarak geçirebiliriz, ancak çocuklarımızın bu kadar ucuz kurtaramayacakları neredeyse kesin. Sonuçta bizler dışarıdan bakan gözlemciler değiliz, olayın tam ortasında yaşıyoruz.