Ben de diğer tüm
çocuklar gibi Fenerbahçeli doğdum. Biraz da tam aklım başına
geldiğinde, yani 1974 Dünya Kupası'nda, hani Beckenbauer Almanya'nın
kaptanıydı, Cruijff sarı fare falan, Fenerbahçe de iki defa üst üste
şampiyon olunca benim de Fenerliliğim tescillenmiş oldu. O sıralarda
da Fener adam gibi takımdı, ilk onbirini falan hepimiz sayabilirdik,
başında adam gibi bir Brezilya'lı vardı, Ziya, Datcu, Osman, ve
tabii Cemil gibi baba oyuncuları vardı. O zamanlar birbirimizi
kızdırırdık, ama ne Fenerlisi Galatasaraylısından ne Besiktaşlısı
Fenerlisinden nefret ederdi, neredeyse tüm maçlar İnönü'de
yapılırdı, çamur deryası. Derbi maçlarına her iki tarafın seyircisi
de giderdi, kardeş kardeş olmasa da en azından birbirini öldürmeden
maç seyrederdi.
Ben de ilkokul
bittikten sonra yavaş yavaş kendi başıma maça gitmeye başladım.
İstanbul'da ilk gittiğim maç bir FB-GS maçıydı. Maçtan sonra bir
Galatasaraylı şapkamı çaldı bir minibüs ile yanımdan geçerken, o
zamandan başladı diyemem GS karşıtlığım, ama zaten pek sağlam pabuç
değildi bu Galatasaraylılar, o da pekiştirdi. Aslında dayım beni bir
ihtimal Galatasaraylı yaparım diye daha önce İzmir'de Galatasaray -
WBA maçına götürmüştü, ancak GS o maçta sıradan bir İngiliz
takımından fark yiyince bana takım değiştirtme hayalleri sonsuza dek
suya düşmüş oldu. Neyse o zamandan sonra kendi kendime maçlara
gitmeye başladım.
Ancak arada kafamın
bir köşesinde de her gittiğim maçla beraber artan bir huzursuzluk
vardı. Mesela 1979 Şubat ayında bir Beşiktaş maçı hatırlıyorum
(hatırlıyorum dediğime bakmayın hayal meyal), okul kırıp maça
gittik. Sıfıra yakın bir soğukluk, sulu kar yağıyor, cebimizde
kapalıya veya numaralıya gidecek para olmadığı için sabah sekizde
açık kuyruğuna girmişiz, beş-altı saat o sulu karın altında
bekledikten sonra girebildik içeriye. O kadar kasmamızın sebebi de,
Cemil oynayacaktı. Cemil sanırım Eylül-Ekim gibi bir Rusya maçında
sakatlanmıştı ve uzun bir sakatlıktan sonra ilk o maçta oynayacağı
söyleniyordu, biz de hepimiz Cemil'i syretmeye gelmiştik. Maç
başlamadan Cemil takımla birlikte sahaya çıktı, kafasını kaldırıp
sahaya şöyle bir baktı, sonra da içeri girdi ve bir daha çıkmadı. Ha
belki sakatlığı geçmemişti falan ama, gene de 13-14 yaşında bir
çocuksun, en sevdiğin futbolcuyu görmeye geliyorsun, karın altında
beş-altı saat bekliyorsun, ama adam "ben bu havada oynamam" deyip
içeri giriyor. Çooook bozulmuştum, çok.
Böylesi irili ufaklı
çok şeyler geldi geçti, gene de FB-GS-BJK hep güzel bir rekabet
olarak kaldı. Sonra zaman geçti ben kendimi Amerika'da buldum.
Giderken de kafam fazlasıyla atmış durumda, GS FB-BJK kupa
finalinden önce Fenerbahçe'nin as oyuncusunu kaçırmıştı, Hasan
Vezir. Bana göre bu ciddi ahlaksızlıktı, her ne kadar
Galatasaraylılar hala aksini iddia etseler de. Neyse o kadar kişinin
ahını aldı ki Hasan Vezir bir daha adam olmadı. Ahını alma deyince
Rıdvan'ın futbol hayatını kimin bitirdiğini ve sonra ona ne olduğunu
unutmayın. Konuyu dağıtmadan, Amerika'ya giderken ben kendimi "önce
anti Galatasaraylı, sonra Fenerbahçeli, sonra Türk" olarak
tanımlıyordum. Orada olaylardan uzaklaşmış olsam da gene de insan bu
basit kavgalarını beraberinde götürüyor.
Amerika'da şu basit
noktayı öğrendim: Profesyonel sporlar sinema gibi bir şeydir. Kişi
bunları eğlenmek için seyreder, ilerisine geçmek hayırlı değildir.
Mesela bir baseball maçı hatırlıyorum, onların ikinci ligi
diyebileceğimiz bir takımın. Yaklaşık 10,000 seyirci var (birinci
lig dediğimizde de çoğu maç 10,000 üzerinde seyirci ile oynanmıyor).
Maç akşamın erken saati olduğu için babaların çoğu işte seyircilerin
de çoğu kadın ve çocuk. Arada bir noktada stat hoperlörlerinden
Macarena çalınmaya başlıyor ve 10,000 kişi birlikte ayağa kalkarak
Macarena dansı yapıyorlar. Bunu hiçbir zaman unutmuyorum, spor
seyircisi olmamızın sebebi eğlenmektir, dahası olsa seyirci olmak
yerine kendimiz oynardık zaten...
Gene Amerika'da
çalıştığım gruptaki arkadaşlardan biri Katalan, fanatik Barcelona
taraftarı. Bir zaman bir kupada Barcelona-GS oynuyor ve Barcelona
yeniyor Galatasaray'ı. Ertesi gün geldi bizim Katalan birader "nasıl
koyduk size" diye. Anlatamazsın adama, "yahu ben de senin kadar
sevindim". Ama orada anladım ki, biz içimizde ne kadar çekişirsek
çekişelim, biz varız bir de onlar var. Onlardan biri bizden birini
yendiğinde "nasıl koyduk size" oluyor, onun için bizle onlar
arasındaki farkı bilme gereğini hissettim. O noktadan sonra en
azından GS yendiği zaman sevinmeyi, yenildiği zaman da en azından
üzülmemeyi öğrendim.
Sonra Türkiye'ye
döndüm. 1999, Fenerbahçe stadında Fenerbahçe Bursaspor maçındayız.
İlk yarı FB 2-0 önde, ikinci yarının başı, tam önümüzde Bursaspor
kaptanı Tolunay oyundan atılıyor. Hani artık farka gideriz diyoruz,
ama o ne, takım yürümeye başlıyor. Saçımızı başımızı yoluyoruz, hani
neredeyse tribünden bir 11 çıkartsan sahadakinden daha iyi
oynayacak, hele Boliç, hele Boliç. Sonra Bursa bir gol atıyor, sonra
bir gol daha atıyor, on kişilik Bursa bizimkilerle kedinin fare ile
oynadığı gibi oynuyor. Bir ara gözüm protokole takıldı, tüm yönetim
kurulu sakin sakin oturuyor yerinde, bizi bıraksan sahaya inip
oynayacağız, adamlar yerlerinde oturuyorlar. O noktada benim içimden
birşey koptu, ciddi ciddi koptu ama. Bir an gözümün önüne Cemil
geldi yıllar önceden. O zaman anladık ki, biz varız, bir de onlar
var. Biz aptal aptal birşeylere bağlı olmak arzusundaki insanlar,
onlar da bu birşeylere bağlı olma arzusundaki insanların sırtından
para kazanan akıllılar. Ya onlar Fenerbahçeli ya bizler. Ben
saatlerce yağmur kar demeden kuyruk bekledim, Bursa'ya Ankara'ya
Adana'ya Bolu'ya demeden deplasmana bile gittim, sol dizimi maç
heyecanı ile sakatladım (hala ameliyat gerek), Amerika'ya bile
taşıdım aşkımı, ama benim üzerimde forma yok, ama onların üzerinde
vardı. Sadece o kırmadı ama senelerin tüm birleşimi kırdı beni.
Artık Fenerbahçeli değilim. Ama Galatasaraylı da değilim, Beşiktaşlı
da değilim, Galatasaraylıyım ve Beşiktaşlıyım diyenler de benden
daha onlardan değiller, bir yanda biz varız, Fenerlisi
Galatasaraylısı Beşiktaşlısı, bir yanda da onlar var, bizim
üzerimizden politika yaparak ve ter dökmeden dökermiş gibi yaparak
para kazananlar.
O gün bugündür, eğer
derseniz hangi takımı tutuyorsun, derim ki size Adana
Demirsporluyum. En azından "ben takım tutmam, futbol aptal oyunudur"
snobluğum yok. Artık büyük takımların maçlarını seyretmiyorum, hatta
son Bosna maçından sonra milli takımın maçını bile seyretmeyeceğim.
Oynayan bu adamlar oyunu benim kadar ciddiye almadıkça da
seyretmemeye devam. Onun için İtalyan ligi çok zevkli oluyor, maçın
sonucu ne onların umurunda ne de benim...
Dip Not: Sanılmasın ki
bu yazıyı yazmak bugün aklıma geldi. Eski bir Fenerli olarak
şampiyon olduklarında bile mutlu olamadım. İç huzuru ile bir
şampiyonluk görmediler, en zayıf rakip karşısında bile tir tir
titrediler, sonra da şamiyonluğu bir başarı olarak görüyorlarsa
yazık onlara şimdi "Şampiyonlar Ligi ön elemesinde bize Arsenal
çıkarsa ne yaparız" diye tir tir titriyorlar. "Galatasaray'ın
Kopenhag'da yaptığını neden yapmıyorsunuz" demek gelmiyor içimden,
çünkü o başarının bedeli Trömsö oldu. Ne Arsenaller olsun ne
Trömsöler. Dünya klasmanında 20. isek en azından 60. olan ülkeler
karşısında dizimiz titremesin, ilk yirmidekilere de yenilsek sorun
değil, arada Bordeauxlar, Chelsealar olacak. Ama bu adamların tümü,
Serdar Bilgilileri, Ergün Gürsoyları Aziz Yıldırımları olduğu
müddetçe bizim kanımız üzerinden bunlar prim yapmaya devam ederler,
Trömsö'nün balıkçıları da gevrek gevrek gülerler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder