Biliyorum epey gecikmeli
ama ben ancak vakit bulabildim yazmaya...
Truva savaşı temelde
iki kültürün egemenlik mücadelesidir. Batı tarafının kazandığı
zafer o derece yer etmiştir ki kafalarda, biz İstanbul'u
aldığımızda "eşitlik sağlandı" denmiştir. Her ne
kadar dinler çatışması da olsa Ege'nin batı yakası doğu
yakasına üstünlük sağlamıştır. Etkisini böylesi yıllar boyu
gösteren bir savaşı anlatan filmin de epik bir destan olması
beklenirken ben çok kötü hayal kırıklığına uğramıştım. En
başta oyuncu seçiminden ve senaryonun taraflı olmasından rahatsız
oldum, ama çok daha önemlisi, filmi seyreden ve konuyu
bilmeyenlerin ne neden nasıl gibi sorulara cevap bulamadan sadece
Brad Pitt'in kaslarıyla fimden ayrılması beni rahatsız etti.
Şimdi isterseniz
hikayeyi bir de benden dinleyin, bakalım film nerede hikayenin
gerisi nerede?? Bir tek unutmamamız gereken, aslında Truva savaşı
konusunda bildiğimiz genel şeyler temelde bir kaynağa dayanıyor,
Homer. Homer de temelde bir tarihçi değil, bir şair, yazdığı
iki eser de İlyada ve Odise, tarihsel olaylardan çok hikayelere
dayanıyor. Ancak bildiğimiz temel bilgiler bu kaynaktan geldiğine
göre benim anlatacağım hikaye de Hollywood temelinden çok eski
Yunan temeline dayanıyor.
Öncelikle hikayemiz
Paris ile başlıyor. Paris Truva kralı Priam'ın oğlu. Ancak onun
doğumundan hemen önce kahin Esakus "doğacak bu çocuk
Truva'nın sonu olacak" dediği için Priam doğar doğmaz
oğlunu öldürülmesi için başçobanı Agelaus'a verir. Agelaus
bebeği öldüremeyip İda Dağı'nda kurtlara bırakır, ancak
orada bir dişi ayı çocuğu koruyup besler. Bir hafta sonra geri
dönen Agelaus da çocuğa kıyamayıp kendisi büyütmeye karar
verir. Paris gayet kaliteli bir karakter olarak büyür, büyürken
de sürülerini korumak için pekçok haydutla savaşır. Daha sonra
da boğa güreştirmeye merak sarar. Bu boğa güreşleri sırasında
rakibi boğa kılığındaki tanrı Apollon olur. Kendisinden daha
güçlü bir rakibi hemen tanıyıp ona saygı duyduğu için
tanrıların görüşlerine güvendikleri bir ölümlü olarak
bilinir. Zeus'un düzenlediği bir törene davet edilmeyen kargaşa
tanrısı Eris törende ortalığa üzerinde "en güzele"
yazılı altın bir elma fırlatınca Hera, Atena ve Afrodit
birbirlerine girerler en güzelin kim olduğu konusunda. Zeus da
kadınların bu işine karışmak istemediği için ölümlü
Paris'in fikrine danışmalarını söyler. Hayvanlarını otlatan
Paris'i bulan tanrıçalar onu rüşvetle kandırmaya çalışırlar.
Hera Anadolu'nun hükümdarlığını, Atena savaşta yenilmezliği,
Afrodit de dünyadaki en güzel kadının aşkını rüşvet olarak
sunar. Paris Afrodit'i "en güzel" olarak seçer, tabi
sonuç olarak da en güzel kadının aşkını da kazanır, ama ufak
bir sorun vardır, çünkü dünyanın en güzel kadını evlidir.
Şimdi gelelim dünyanın
en güzel kadınına: Helen tanrı Zeus'un kızıdır. Dünyevi
babası Tindareus Sparta Kralı'dır. Kardeşleri de Kastor ve
Polluks, yani İkizler Burcu'nun iki tane parlak yıldızı. Bu
hatun öylesine güzeldi ki cümle alem bu kadınla evlenmek için
yarışıyordu. Yarışçılardan biri olan Odiseus baba Tindareus'a
bir teklif sundu, eğer Tindareus Odiseus'un Penelope ile
evlenmesine yardım ederse, Odiseus da baba Tindareus'un sorununu
çözecekti. Sorun basit, herkes büyük hediyelerle kralın
kapısına dayanıp dünyalar güzeli kızını istiyor, kime hayır
dese ya reddedilenler birbirine girecek ya da reddedilenler Sparta'ya
saldıracak. Odiseus ise basit bir çözüm buldu, kızı almak
isteyenlerin tümü her kim kızın kocasına saldıracak olsa kızın
kocası olacak kişiyi korumaya yemin edeceklerdir. Herkes bu yemini
edince Helen Menelaus ile evlendi. Bundan sonra da Helen'in erkek
kardeşleri Kastor ve Polluks ölünce Menelaus Sparta tahtına
oturdu (filmde sanki Menelaus kırk yıllık Sparta'lı, zavallı
Helen de dağdan getirdikleri köylü güzeli).
Gelelim Helen'in Paris
ile kaçmasına: Burada da çokları diyor ki Paris Helen'i kendi
isteği dışında kaçırdı, aslında Helen kocası Menelaus ve
kızı Hermione'den (ne tesadür Harry Potter'ın da aynen onun
yaşında olan bir arkadaşı var, hatta adı bile aynı) ayrılmak
istememiş. Neyse, Helen Paris ile Truva'ya kaçı(rıl)nca,
Menelaus'u korumaya yemin etmiş tüm Helen hayranları da
Menelaus'un peşinden Truva'ya koşmuşlar. Bu tabii mitoloji,
aslında eminim gerçeklikler daha çok Menelaus'un ağabeyi
Agamemnon'un dediği gibi, bu aslında bir ticari savaştı.
Sonra gelelim savaşa:
Öncelikle bu savaş on yıl sürdü, on gün değil. Ama sanırım
on yıllık bir savaş filmi yapmak daha zor olduğu için on günlük
bir savaş filmi daha kolay çekildi. Bu savaşta Yunanlılardan Aşil
ve Ajaks, Truvalılardan da Hektor ve Paris öldü (evet Paris öldü,
öyle sonunda mutlu yaşadılar falan yok).
Aşil Yunan şehirlerinden
biri olan Truva'nın (bu Yunanistandaki Truva) kralı ile peri
Tetis'in oğlu. Aslında Tetis'in peşinden Zeus da koşuyor, ancak
Prometeus (hani tanrılardan ateşi çalan hınzır) Zeus'a Tetis'in
oğlunun babasından daha önemli bir adam olacağını söyleyince
Zeus vazgeçer, Prometeus'un dediği gibi Aşil babasından daha
önemli biri olur. Annesi Tetis onu topuğundan tutarak Stiks nehrine
daldırdığı için topuğu hariç neresinden yaralanırsa
yaralansın öldürülemez. Çok kızgın bir savaşçı ve sırf bu
kızgınlığından dolayı pekçok tanrının düşmanlığını
kazanıyor. Mesela Truva savaşının hemen başında Hektor ve
Paris'in küçük kardeşi Troylus'u Apollon Tapınağı'nın
sunağında kafasını keserek öldürdüğü için tanrı Apollon
Aşil'e ters. Hatta savaşın ilerleyen zamanlarında Paris'in attığı
ok Apollon tarafından yönlendirilerek Aşil'i topuğundan vurarak
öldürdüğü söyleniyor. Aslında bu savaş insanlardan ziyade
tanrıların savaşı olduğu için savaş on sene sürüyor, bir
yanda kuyruk acısı olan Hera ve Atena, diğer tarafta da Afrodit
ve tapınağına saygısızlık yapılan Apollon. Bunları ve
bunların arasındaki karışık ilişkiyi anlatmadan Truva'yı
anlatmak ancak soğansız imambayıldı yapmaya benzer.
Neyse, devam edelim.
Savaş sırasında Aşil'in en yakın arkadaşı ve pekçok kaynağa
göre de sevgilisi olan Patroklus (evet, Aşil'in erkeklerden
hoşlandığı söylenir) Hektor tarafından öldürülünce Aşil de
tanrı Hepaistos'un yaptığı yenilmez sırhı ile Hektor'u
yakalayıp öldürüyor. Ee tabi bu normal, zavallı Hektor ne
derecede kahraman olsa da adam ölümlü, Aşil'in de arkasında hem
ölümsüz olan annesi Tetis, hem de Hera ve Atena varken adamın
yenilmesi zor. Hektor'u öldürdükten sonra da dokuz gün arabasının
arkasında Truva surlarının çevresini dönüyor. Dokuzuncu günün
sonunda baba Priam yalvar yakar (ve tanrı Hermes'in yardımı ile)
Hektor'un cesedini alabiliyorlar Aşil'den. Sonra Aşil de Paris
tarafından topuğundan vurularak öldürülüyor. Paris de savaş
bitmeden Filoktetes tarafından öldürülüyor. Savaşın bitiminde
Yunanlılar bu sefer de Aşil'in yenilmez sırhı için savaşmaya
başlıyorlar. Savaşı kaybeden Ajaks'da kendisini öldürüyor,
yani onu Hektor öldürmüyor. Savaşın sonunda da sağ kalan
Menelaus karısı Helen'i alıp Sparta'ya geri dönüyor ve ikisi
çocukları ile mutlu bir hayat yaşıyorlar.
Ama bildiğiniz gibi
Hollywood böyle çalışmıyor:
Öncelikle Brad Pitt'den
başlayalım. Bu adam Aşil, yani Yunanlıların büyük kahramanı.
Kahraman belki biraz basit kaldı, şampiyonu diyelim belki de. Yani
her yönü ile örnek gösterilen bir savaşçı. Yenilmez ve
öldürülemez çünkü annesi onu neredeyse yaralanamaz yapmış,
bir tek topuğu hariç. Şimdi filmdeki Aşil'de bunları buluyor
muyuz?? Aşil kim olurdu bu filmde?? Arnold kesinlikle olurdu,
Dwayne "The Rock" Johnson olurdu. Film sektöründeki
iriyarı, bu adam beni çok fena döver görüntülü herkes Aşil
olurdu. Ama Brad Pitt benim için Joe Black'tir, Tyler Durden'dır,
Rusty Ryan'dır, hatta Thelma and Louıse'deki JD'dir, yani akıllı,
becerikli ve hoş çocuk, benim hafızamda hiçbir zaman kafası
yerine kaslarını kullanan biri olarak yer etmedi, bu filmde de
yerine oturmadı.
Sonraki rahatsızlık
Diane Kruger. Bu hatun dünyanın en güzel hatunu olmalı, ama
Hektor'un karısı Andromake'yi oynayan Saffron Burrows bile bence
ondan daha güzeldi. Hatun National Treasure'da gayet güzeldi, ama
bu filme dünyanın en güzel kadını olarak hiç
yakışmadı.Senelerdir o role kim otururdu diye düşünüp
duruyoruz, sanırım bir Monica Bellucci ve on yaş gençken
olurdu.
Son olarak da Paris'i
oynayan Orlando Bloom. Aslında rolüne iyi uydu, ama benim gözümde
kendi film hayatını bitirdi. Paris'i oynadıktan sonra bir daha
maço savaşçı olarak onu her gördüğümde Truva'da Hektor'un
bacağına sarılarak ağladığı sahne geliyor. Bundan sonra bana
hep anne kuzusu olarak görünecek. Onun için de Karaip
Korsanları'nın üçüncüsü bana gerçekten komedi geldi,
neredeyse her sahnede Orlando Keira'nın bacağına sarılıp
ağlayacakmış gibi.
Ama Eric Bana çok güzel
bir Hektor olmuş, ancak bu kadar güzel Hektor olunurdu. 006'dan
Boromir'e, hem aklını hem de kaslarını kullanan Sean Bean de
güzel bir Odiseus olmuştu.
Film benim gözümde
berbatdı, özellikle her sabah denizin üzerinden güneş
doğmasıyla. Hani tamam gerçek Truva'da çekmediniz filmi anladık,
ama en azından haritayı açıp bakın Truva'nın neder olduğuna.
Daha da beteri, güneş o kadar hoşlarına gitmiş ki gece
çektikleri görüntülere bile güneşi monte ettiklerinden gölge
görünmüyor. Bir de lamalar var ki, ben film boyu düşünüp
durdum Türkiye'de ne zaman lama vardı diye. Filmin tek güzel yanı
kullanılan atın Çanakkale'ye hediye edilmiş olması.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder