28 Ağustos 2007 Salı

Brad Pitt, Truva ve lamalar

Biliyorum epey gecikmeli ama ben ancak vakit bulabildim yazmaya...

Truva savaşı temelde iki kültürün egemenlik mücadelesidir. Batı tarafının kazandığı zafer o derece yer etmiştir ki kafalarda, biz İstanbul'u aldığımızda "eşitlik sağlandı" denmiştir. Her ne kadar dinler çatışması da olsa Ege'nin batı yakası doğu yakasına üstünlük sağlamıştır. Etkisini böylesi yıllar boyu gösteren bir savaşı anlatan filmin de epik bir destan olması beklenirken ben çok kötü hayal kırıklığına uğramıştım. En başta oyuncu seçiminden ve senaryonun taraflı olmasından rahatsız oldum, ama çok daha önemlisi, filmi seyreden ve konuyu bilmeyenlerin ne neden nasıl gibi sorulara cevap bulamadan sadece Brad Pitt'in kaslarıyla fimden ayrılması beni rahatsız etti.

Şimdi isterseniz hikayeyi bir de benden dinleyin, bakalım film nerede hikayenin gerisi nerede?? Bir tek unutmamamız gereken, aslında Truva savaşı konusunda bildiğimiz genel şeyler temelde bir kaynağa dayanıyor, Homer. Homer de temelde bir tarihçi değil, bir şair, yazdığı iki eser de İlyada ve Odise, tarihsel olaylardan çok hikayelere dayanıyor. Ancak bildiğimiz temel bilgiler bu kaynaktan geldiğine göre benim anlatacağım hikaye de Hollywood temelinden çok eski Yunan temeline dayanıyor.

Öncelikle hikayemiz Paris ile başlıyor. Paris Truva kralı Priam'ın oğlu. Ancak onun doğumundan hemen önce kahin Esakus "doğacak bu çocuk Truva'nın sonu olacak" dediği için Priam doğar doğmaz oğlunu öldürülmesi için başçobanı Agelaus'a verir. Agelaus bebeği öldüremeyip İda Dağı'nda kurtlara bırakır, ancak orada bir dişi ayı çocuğu koruyup besler. Bir hafta sonra geri dönen Agelaus da çocuğa kıyamayıp kendisi büyütmeye karar verir. Paris gayet kaliteli bir karakter olarak büyür, büyürken de sürülerini korumak için pekçok haydutla savaşır. Daha sonra da boğa güreştirmeye merak sarar. Bu boğa güreşleri sırasında rakibi boğa kılığındaki tanrı Apollon olur. Kendisinden daha güçlü bir rakibi hemen tanıyıp ona saygı duyduğu için tanrıların görüşlerine güvendikleri bir ölümlü olarak bilinir. Zeus'un düzenlediği bir törene davet edilmeyen kargaşa tanrısı Eris törende ortalığa üzerinde "en güzele" yazılı altın bir elma fırlatınca Hera, Atena ve Afrodit birbirlerine girerler en güzelin kim olduğu konusunda. Zeus da kadınların bu işine karışmak istemediği için ölümlü Paris'in fikrine danışmalarını söyler. Hayvanlarını otlatan Paris'i bulan tanrıçalar onu rüşvetle kandırmaya çalışırlar. Hera Anadolu'nun hükümdarlığını, Atena savaşta yenilmezliği, Afrodit de dünyadaki en güzel kadının aşkını rüşvet olarak sunar. Paris Afrodit'i "en güzel" olarak seçer, tabi sonuç olarak da en güzel kadının aşkını da kazanır, ama ufak bir sorun vardır, çünkü dünyanın en güzel kadını evlidir.

Şimdi gelelim dünyanın en güzel kadınına: Helen tanrı Zeus'un kızıdır. Dünyevi babası Tindareus Sparta Kralı'dır. Kardeşleri de Kastor ve Polluks, yani İkizler Burcu'nun iki tane parlak yıldızı. Bu hatun öylesine güzeldi ki cümle alem bu kadınla evlenmek için yarışıyordu. Yarışçılardan biri olan Odiseus baba Tindareus'a bir teklif sundu, eğer Tindareus Odiseus'un Penelope ile evlenmesine yardım ederse, Odiseus da baba Tindareus'un sorununu çözecekti. Sorun basit, herkes büyük hediyelerle kralın kapısına dayanıp dünyalar güzeli kızını istiyor, kime hayır dese ya reddedilenler birbirine girecek ya da reddedilenler Sparta'ya saldıracak. Odiseus ise basit bir çözüm buldu, kızı almak isteyenlerin tümü her kim kızın kocasına saldıracak olsa kızın kocası olacak kişiyi korumaya yemin edeceklerdir. Herkes bu yemini edince Helen Menelaus ile evlendi. Bundan sonra da Helen'in erkek kardeşleri Kastor ve Polluks ölünce Menelaus Sparta tahtına oturdu (filmde sanki Menelaus kırk yıllık Sparta'lı, zavallı Helen de dağdan getirdikleri köylü güzeli).

Gelelim Helen'in Paris ile kaçmasına: Burada da çokları diyor ki Paris Helen'i kendi isteği dışında kaçırdı, aslında Helen kocası Menelaus ve kızı Hermione'den (ne tesadür Harry Potter'ın da aynen onun yaşında olan bir arkadaşı var, hatta adı bile aynı) ayrılmak istememiş. Neyse, Helen Paris ile Truva'ya kaçı(rıl)nca, Menelaus'u korumaya yemin etmiş tüm Helen hayranları da Menelaus'un peşinden Truva'ya koşmuşlar. Bu tabii mitoloji, aslında eminim gerçeklikler daha çok Menelaus'un ağabeyi Agamemnon'un dediği gibi, bu aslında bir ticari savaştı.

Sonra gelelim savaşa: Öncelikle bu savaş on yıl sürdü, on gün değil. Ama sanırım on yıllık bir savaş filmi yapmak daha zor olduğu için on günlük bir savaş filmi daha kolay çekildi. Bu savaşta Yunanlılardan Aşil ve Ajaks, Truvalılardan da Hektor ve Paris öldü (evet Paris öldü, öyle sonunda mutlu yaşadılar falan yok).

Aşil Yunan şehirlerinden biri olan Truva'nın (bu Yunanistandaki Truva) kralı ile peri Tetis'in oğlu. Aslında Tetis'in peşinden Zeus da koşuyor, ancak Prometeus (hani tanrılardan ateşi çalan hınzır) Zeus'a Tetis'in oğlunun babasından daha önemli bir adam olacağını söyleyince Zeus vazgeçer, Prometeus'un dediği gibi Aşil babasından daha önemli biri olur. Annesi Tetis onu topuğundan tutarak Stiks nehrine daldırdığı için topuğu hariç neresinden yaralanırsa yaralansın öldürülemez. Çok kızgın bir savaşçı ve sırf bu kızgınlığından dolayı pekçok tanrının düşmanlığını kazanıyor. Mesela Truva savaşının hemen başında Hektor ve Paris'in küçük kardeşi Troylus'u Apollon Tapınağı'nın sunağında kafasını keserek öldürdüğü için tanrı Apollon Aşil'e ters. Hatta savaşın ilerleyen zamanlarında Paris'in attığı ok Apollon tarafından yönlendirilerek Aşil'i topuğundan vurarak öldürdüğü söyleniyor. Aslında bu savaş insanlardan ziyade tanrıların savaşı olduğu için savaş on sene sürüyor, bir yanda kuyruk acısı olan Hera ve Atena, diğer tarafta da Afrodit ve tapınağına saygısızlık yapılan Apollon. Bunları ve bunların arasındaki karışık ilişkiyi anlatmadan Truva'yı anlatmak ancak soğansız imambayıldı yapmaya benzer.
Neyse, devam edelim. Savaş sırasında Aşil'in en yakın arkadaşı ve pekçok kaynağa göre de sevgilisi olan Patroklus (evet, Aşil'in erkeklerden hoşlandığı söylenir) Hektor tarafından öldürülünce Aşil de tanrı Hepaistos'un yaptığı yenilmez sırhı ile Hektor'u yakalayıp öldürüyor. Ee tabi bu normal, zavallı Hektor ne derecede kahraman olsa da adam ölümlü, Aşil'in de arkasında hem ölümsüz olan annesi Tetis, hem de Hera ve Atena varken adamın yenilmesi zor. Hektor'u öldürdükten sonra da dokuz gün arabasının arkasında Truva surlarının çevresini dönüyor. Dokuzuncu günün sonunda baba Priam yalvar yakar (ve tanrı Hermes'in yardımı ile) Hektor'un cesedini alabiliyorlar Aşil'den. Sonra Aşil de Paris tarafından topuğundan vurularak öldürülüyor. Paris de savaş bitmeden Filoktetes tarafından öldürülüyor. Savaşın bitiminde Yunanlılar bu sefer de Aşil'in yenilmez sırhı için savaşmaya başlıyorlar. Savaşı kaybeden Ajaks'da kendisini öldürüyor, yani onu Hektor öldürmüyor. Savaşın sonunda da sağ kalan Menelaus karısı Helen'i alıp Sparta'ya geri dönüyor ve ikisi çocukları ile mutlu bir hayat yaşıyorlar.

Ama bildiğiniz gibi Hollywood böyle çalışmıyor:

Öncelikle Brad Pitt'den başlayalım. Bu adam Aşil, yani Yunanlıların büyük kahramanı. Kahraman belki biraz basit kaldı, şampiyonu diyelim belki de. Yani her yönü ile örnek gösterilen bir savaşçı. Yenilmez ve öldürülemez çünkü annesi onu neredeyse yaralanamaz yapmış, bir tek topuğu hariç. Şimdi filmdeki Aşil'de bunları buluyor muyuz?? Aşil kim olurdu bu filmde?? Arnold kesinlikle olurdu, Dwayne "The Rock" Johnson olurdu. Film sektöründeki iriyarı, bu adam beni çok fena döver görüntülü herkes Aşil olurdu. Ama Brad Pitt benim için Joe Black'tir, Tyler Durden'dır, Rusty Ryan'dır, hatta Thelma and Louıse'deki JD'dir, yani akıllı, becerikli ve hoş çocuk, benim hafızamda hiçbir zaman kafası yerine kaslarını kullanan biri olarak yer etmedi, bu filmde de yerine oturmadı.

Sonraki rahatsızlık Diane Kruger. Bu hatun dünyanın en güzel hatunu olmalı, ama Hektor'un karısı Andromake'yi oynayan Saffron Burrows bile bence ondan daha güzeldi. Hatun National Treasure'da gayet güzeldi, ama bu filme dünyanın en güzel kadını olarak hiç yakışmadı.Senelerdir o role kim otururdu diye düşünüp duruyoruz, sanırım bir Monica Bellucci ve on yaş gençken olurdu.

Son olarak da Paris'i oynayan Orlando Bloom. Aslında rolüne iyi uydu, ama benim gözümde kendi film hayatını bitirdi. Paris'i oynadıktan sonra bir daha maço savaşçı olarak onu her gördüğümde Truva'da Hektor'un bacağına sarılarak ağladığı sahne geliyor. Bundan sonra bana hep anne kuzusu olarak görünecek. Onun için de Karaip Korsanları'nın üçüncüsü bana gerçekten komedi geldi, neredeyse her sahnede Orlando Keira'nın bacağına sarılıp ağlayacakmış gibi.

Ama Eric Bana çok güzel bir Hektor olmuş, ancak bu kadar güzel Hektor olunurdu. 006'dan Boromir'e, hem aklını hem de kaslarını kullanan Sean Bean de güzel bir Odiseus olmuştu.

Film benim gözümde berbatdı, özellikle her sabah denizin üzerinden güneş doğmasıyla. Hani tamam gerçek Truva'da çekmediniz filmi anladık, ama en azından haritayı açıp bakın Truva'nın neder olduğuna. Daha da beteri, güneş o kadar hoşlarına gitmiş ki gece çektikleri görüntülere bile güneşi monte ettiklerinden gölge görünmüyor. Bir de lamalar var ki, ben film boyu düşünüp durdum Türkiye'de ne zaman lama vardı diye. Filmin tek güzel yanı kullanılan atın Çanakkale'ye hediye edilmiş olması.

10 Ağustos 2007 Cuma

Dilek tutmak için Pazar akşamını bekleyin!


    Her kayan yıldızdan dilek tutacaksanız bu Pazar akşamı (12.08) bol bol dileğiniz hazırda bulunsun. Özellikle de şehirlerden uzakta bir yerdeyseniz, çünkü 12 Ağustos'ta göktaşı yağmuru var.
 
Göktaşı yağmuru nedir, öncelikle onu anlatayım. Tabi bunun için önce göktaşı nedirden başlamak gerekir. Göktaşları uzayda başıboş dolaşan ve bizim atmosferimize girdiğinde yanarak ışık saçan fazla büyük olmayan taş parçalarıdır. Bunların çoğu futbol topu büyüklüğünde nesnelerdir ve atmosferde yandıkları için dünyaya ulaşmazlar. Bizler bu taş parçalarını atmosferde yanarak önümüzden geçerken gördüğümüzde bunlara yıldız kayması der ve dilek tutarız. Yani yıldız kayması dediğimiz olayın yıldızlarla uzaktan yakından ilişkisi yoktur, bunlar sadece bizim atmosferimize girdiklerinde yanan taş parçalarıdır.
 
Peki bunların yağmuru nasıl olur?? Genelde kayan yıldızlar çok seyrek olur. Ancak senede bazı gecelerde dünyanın yörüngesinin geçtiği noktaya bağlı olarak bunların sayısı neredeyse saatde yüzü bulabilir. İşte bu Pazar akşamı da aslında birkaç hafta süren bu yağmurun en şiddetli olacağı akşam. Cumartesi gecesi de epey yıldız kayması göreceksiniz, ama esas şölen Pazar akşamı çünkü bu sene bir de sürpriz var, ya da aslında yok, yani Pazar akşamı yeni ayın ilk günü olduğundan ay da gökyüzünde parıldayarak kayan yıldızları görmemizi engellemeyecek.
 
Bir de tabi kuyruklu yıldızlar var. Tahmin edeceğiniz gibi kuyruklu yıldızın da yıldızla alakası yok. Aslında bunlar da güneş etrafında uzun sürelerde dönen kirli kartopları. Sadece güneşe yaklaştıkları zaman bu kartopları eriyor ve uzayıp giden bir kuyruk oluşturuyorlar. Bu kuyruğun eni 10 milyon, boyu da 100 milyon kilometre olduğu için çok uzaklardan rahatça görünebiliyorlar. Kuyruğun yapısı ise su buharı ve irili ufaklı toz ve taş parçalarından oluşuyor. Kuyruklu yıldız geçip giderken toz ve su buharından oluşan kuyruğunu toplayıp gidiyor, ancak irili ufaklı taş parçacıkaları güneş sisteminde başıboş dolaşıyorlar. İşte dünyanın yörüngesi de arada sırada bu taş parçacıklarının arasından geçtiğinde bu taş parçacıkları dünyaya düşerek göktaşı yağmurlarını oluşturuyorlar.
 
Dünyanın yörüngesi her 12 Ağustos'ta dünyayı bu taş parçacıklarının arasından geçirdiği için her sene aynı gösteriyi izleriz. Bu gösterinin adı Perseid yağmurudur ve sebebi de dünyanın o sırada Swift-Tuttle kuyruklu yıldızının bırakmış olduğu taş parçacıklarının arasından geçiyor olmasıdır. Bunlara Perseidler denmesinin sebebi de bu kayan yıldızların Perseus takımyıldızının bulunduğu bölgeden geliyor gibi görünmeleridir .


    Perseus Pazar akşamı 10 gibi kuzey-kuzeydoğu ufkundan yükselir, bakacağımız yön de o doğrultudadır, sanki oradan birileri bize doğru bu yıldızları fırlatıyor gibi görünür.
 
Yıldızları beklerken biraz da geyik yapmak isterseniz:
 
Perseus'un hemen üzerinde Andromeda takımyıldızı vardır. Andromeda'nın hafif doğusunda ve yukarıya doğru uçan at Pegasus, Andromeda'nın batısında ve gene yukarıya doğru da Andromeda'nın annesi Kassiopeia oturur sandalyesinde. Kassiopeia'nın biraz üzerinde de kocası Sefe vardır. Bunların hikayesini bilir misiniz??
 
Önce Perseus ile başlayalım:Perseus Danae'nin oğludur. Dedesi Argos kralı Aksirius'dur. Krallığını bırakacak oğlu olmadığı için Delfi'nin kahinine fikir sormaya gider. Kahin ona yapılacak bşrşey olmadığını, ancak ileride bir gün kızının oğlu tarafından öldürüleceğini söyler. Bunu duyan Aksirius da kızını yeraltında bronz bir odaya kapatır. Ama gene de uçan ve kaçanın kurtulamadığı tanrı Zeus altın bir yağmu halinde gelerek Danae'yi hamile bırakır ve Perseus doğar. Hain dede Danae ve Perseus tahta bir kayıkla denize bırakır. Bu ikili Serifos adası kıyısında balıkçı Diktis tarafından kurtarılır ve Perseus Diktis tarafından büyütülür ve Aşil, Hektor, Herkül türü kahramanlardan biri olur.
 
Şimdi gelelim Sefe ve karısı Kasiopeia'ya: Sefe bir Finike kolonisi olan Etiyopya'nın kralıdır. (Bu Etiyopya bizim bildiğimiz Habeşistan olan Etiyopya değil şimdiki İsrail, Ürdün ve Mısır arasında bir yer) Karısı Kasiopeia'da tüm cihana güzelliği ile nam salmıştır. Yalnız pekçok güzel kadın gibi bu konuda fazla havalara girip kendisini Afrodit ile kıyaslayınca deniz tanrısı Poseydon'un hışmına uğrar. Poseydon herşeyi yiyen canavar Seto'yu Sefe'nin ülkesine musallat eder. Ne yapsalar bu canavardan kurtulamayınca Seto Ammon kahinine danışır. Kahin de ona kızı Andromeda'yı Seto'ya kurban etmesi gerektiğini söyler. Memleketi kurtarmak için Sefe kızını bir kayaya bağlayarak Seto'yu beklemeye başlar. Bu sırada seferlerinden birinden dönmekte olan Perseus (yeni mitolojiye göre atı Pegasus üzerinde) gelerek Seto'yu öldürür ve kızı kurtarır. Sefe de kızı Andromeda'yı Perseus ile evlendirir, bunların bir sürü çocukları olur. Bunlardan biri Perse'dir. Perse'yi Etiyopya'da bırakan Andromeda ve Perseus Argos'a dönerler. Perse de büyüdüğünde Pers krallığı kuran kişi olur.
     

1 Ağustos 2007 Çarşamba

Yani siz şimdi gerçekten 1500 ışıkyılı uzaktaki bir yıldızın sizin karakterinizi belirlediğine inanıyor musunuz?


    Aslında konu çok basit başlangıç sorumuz gibi. Diğer pekçok alanda olduğu gibi temelde bilimsel olmayan bir konuyu bilimsel gibi göstermek ve bu şekilde inanılır hale getirmek o konuya güvenilirlik sağlıyor.
Astroloji de bilimsel dayanak arayan ve bu dayanağı varmış gibi gösteren alanların neredeyse başında geliyor. Bu alanın temeli gök cisimlerinin üzerimizdeki etkisine dayanıyor. İsterseniz basit bir hesapla bu gök cisimlerinin üzerimizdeki etkisine bakalım. Mesela güneşin herhangi bir zamanda bizim üzerimizdeki kuvvetini hesaplayalım. Bu hesabın temeli basitdir, hani hepiniz bilirsiniz, Newton ve elma hikayesine dayanır. İki cisim arasındaki kütle çekim kuvveti
F = GmM/(r.r) olarak verilir. G burada bir sabit, m küçük cismin kütlesi, M büyük cismin kütlesi, r de merkezleri arasındaki uzaklıktır. Buna örnek olarak gökyüzündeki en parlak yıldızlardan biri olan Başak burcundaki Spica'nın (yaklaşık 260 ışıkyılı uzakta) 50 kg kütlesindeki bir bayan üzerine etki ettirdiği çekim kuvvetini hesaplarsak F(Spica) = 0,00000000000001 Newton'dur. Aynı bayan için karşısında durup konuşan 80 kg ağırlıktaki yakışıklı adamın yarattığı çekim kuvveti ise F(yakışıklı adam) = 0,0000001 Newton'dur, yani yaklaşık olarak Spica'nın etkisinin 100.000.000 katı kadar. Aynı burçtaki yıldızların tüm etkisini toplasak, o yakışıklı arkadaşın etkisinin en iyi ihtimalle 10.000.000'da biri oluyor. Bu sebeple size herhangi bir burcun etkisinden söz etmenin bilimle uzaktan yakından alakası yoktur.
Bir de şu var. Sizin burcunuz, siz doğduğunuz anda güneşin arkasında kalan takımyıldızdır. Diyelim siz doğduğunuzda güneşin arkasında Başak takımyıldızı vardı. Tüm Başak takımyıldızının sizin üzerinizdeki etkisi 0,0000000000001 Newton. Ama sadece aradaki güneşin etkisine baksak bu 0,3 Newton tutuyor. Yani tüm Başak takımyıldızının 30.000.000.000.000 katı. Bu hangi takımyıldızı alırsak alalım aynı çıkacak bir oran, yani güneşin veya doğduğunuz anda doktorunuzun veya annenizin sizin üzerinize olan çekim etkisi tüm bu yıldızların ve gezegenlerin etkilerinden kat be kat daha fazla.
Bir de daha karışığını size anlatayım. Dünya güneşin etrafında dönerken dönüş ekseni şu an için Kutup Yıldızı'na bakıyor. Ama bu hep böyle değildi. Dünyanın bu hareketi aynı zamanda bir topaç gibi salınımlar yapıyor. Bu salınımların sonucu olarak da her sene ilkbahar ve sonbahar dönümünde güneşin arkasında olan takım yıldızlar biraz da olsa değişiyor. Bizim burçlar diye bildiğimiz astrolojik kavram yaklaşık 2000 sene önce Batlamyus tarafından belirlenmiş bir konu. Ancak bizim bir yıldan bir sonraki yıla değişimini hissetmediğimiz bu ekinoksların kayması aradan geçen 2000 senenin etkisi ile büyük bir kayma yaratmış durumda. Yani, bugün 1 Ağustos, bizim bildiğmize göre bugün doğan çocukların Aslan burcu olmaları gerekiyor, ancak güneşe baktığımızda güneşin arkasında şu anda Yengeç burcu bulunuyor. Demek ki kendilerini Aslan sananların pek çoğu aslında Yengeç, Yengeç sananların pekçoğu İkizler, İkizler sananların pekçoğu Boğa vs.
Bu iki olguyu topladığımızda, hem yıldızların bizim üzerimize etkisi çevremizdeki pekçok olağan nesneden çok daha az, hem de aslında biz kendimizi ne burcu sanıyorsak o burç değil bir önceki burcuz. Astrolojinin temeli bu olguya dayandığı için siz doğduğunuzda hangi gezegen hangi gezegenle ne kadar sert bir açı yapıyordu konusuna girmek bile istemem, eminim sizi doğumhanenin kapısından alan babanızın sizi kapıya getiren ebeye attığı sert bir bakış bile sizin hayatınızda Merkür'ün Satürn ile yaptığı sert açıdan daha etkilidir.
Şimdi tüm bunlardan "Astroloji saçmalıktır" sonucu çıkartmaya çalıştığımı sanmayın. Astroloji çok zevkli bir konudur, eğer buraya kadar okuduysanız sizin de ilginizi çekiyor demektir. Bu sebeple "Astroloji saçmalıktır" diyecek olursak en önemli geyik konularımızdan birini kaybetmiş oluruz. "Ben şu burcum, bu burçla iyi anlaşırım" diyen herkes ona inanmaya serbesttir, hatta istatistiki olarak haklı bile olabilir, ancak lütfen iki konuyu karıştırmayın, astronomi bir bilimdir, astroloji bir inançtır. İnançları bilimle kanıtlamaya çalışmaya hiç gerek yok.

    Dünyanın güneş etrafında dönerkenki salınımı. Kuzey bugün için Kutup Yıldızı'nın olduğu yer, bundan 11.000 sonra kuzey şu anda Vega'nın durduğu yer olacak.


    İnanmayanlar için bugünkü gökyüzü. Güneşin arkasındaki takım yıldız Crab, yani Yengeç.



27 Temmuz 2007 Cuma

Helal olsun milletime


Pazar akşamı saat yediye gelirken aptal aptal televizyonu seyrediyorduk hepimiz. Nasıl yani?? Hani onca kişi bayrağını alıp sokaklara dökülmüştü "cumhuriyet elden gidiyor" diye, hani tüm kamuoyu yoklamaları AKP yüzde kırkı aşamaz diyordu. Ağızımız açık şekilde televizyona bakakaldık. Hatta bir de evde misafir de vardı, hesapta birlikte seçim sonuçlarını da izleyecektik gecenin geç vakitlerine kadar. Sonra hepimiz birden attan düşmüşe döndük. Hani İsviçre maçında daha dakika bir gol bir hesabı Dünya Kupası'na katılma hesaplarımız suya düşmüştü ya, bu da ona benzer birşey. Esas beni üzen AKP'nin aldığı oy falan değil, ağızımızın tadı ile bir seçim gecesi izleyemedik, eskiden ne güzel gecenin geç saatlerine kadar kimsenin ne olduğu belli olmazdı, heyecanla seyrederdik, şimdi televizyonlar yayına başladığı anda resim belli olmuştu. Misafirlerin bile canı sıkıldı çizgi film seyretmeye başladılar.
Ertesi gün durumun gerçekliği yerine oturmaya başladı kafamızda. Ancak benim ne olduğunu algılamam biraz daha uzun sürdü. En azından kendi açımdan tüm partilerin aldığı oy oranını basında dolaşan çeşitli bilgilerle açıklamak çok kolay değil. Halk ordunun muhtırasına kızmış onun için oyunu AKP'ye vermiş, halk entel kesimin kendisini ahmak sanmasına içerlemiş falan, bunlara benim inanmam zor.
Sonunda çok basit bir düşünce ile uyandım geçen sabah, halk falan değil, sadece ben seçiyor olsam parlamentoyu, nasıl bir seçim yapardım dedim kendi kendime. Şunları sıraladım:
1. Öncelikle, CHP/MHP/DP/GP kendi başlarına bu ülkeyi yönetebilecek kapasite ve hazırlığa sahipler mi?? Bence kesinlikle hayır. Bu adamların ne seçim söylemleri ne de hazırlıkları bana bu partilerin memleket idaresi konusunda detaylı olarak ne yapacaklarını ve nasıl yapacaklarını söylemiyor. Demek ki eğer onlar olacak olsa koalisyon olmak zorunda.
2. Koalisyon şu andaki durumumuz için iyi midir?? Bence hayır, ama bu sefer kesinlikle diyemiyorum. O zaman kimlerin kimlerle koalisyon yapabileceğine bakmalı. AKP/CHP: Bence olmaz. AKP/MHP: Bence olabilir ama MHP için olmasa daha iyi olur, AKP için de. CHP/MHP: Nereye götürür memleketi böylesi bir koalisyon?? Genç Partiyi veya Demokrat Partiyi hesaba bile katmıyorum. Özellikle Demokrat Parti daha seçim öncesi kendine benzer düşünenler arasında bile bir uzlaşı ortamı sağlayamamışken meclise girse ve hükümet ortağı olsa ne kazanç sağlardı bundan memleket? O zaman, koalisyon da iyi bir çözüm değil.
3. Tek parti iktidara geliyorsa, bu tek parti AKP olmalıdır, zaten de yüzde kaç oy alırsa alsın AKP en önde gideniydi adayların, en azından kendi başlarına iktidar olacak kadar oy almaları gerekliydi. Aldılar da.
4. CHP'nin milletvekili sayısı azalmalıydı, çünkü muhalefetde bile iş yapmayı beceremediler. Ben ana muhalefer partisinden, cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında kendi adaylarını çıkartıp desteklemelerini, o olmasa bile eğer amaç uzlaşı ise, iki partinin de üzerinde uzlaşabileceği kişileri ortaya koymasını beklerdim, "istemezük" siyaseti olayı bir kargaşaya sürükledi, bunun da baş aktörü CHP idi. Cezasını da gördüler.
5. "Askerlik yatma yeri değildir"in bir cezası olması gerekiyordu, o da MHP'dir. Başka başka sebepleri de vardır eminim, ama uzun süredir çizgisini değiştirmeyen tek parti MHP oldu, bunun da ödüllendirilmesi gerekiyordu, meclisteki üçüncü parti olarak ödüllerini aldılar. Bir önceki hükümetde olmaya hazır değillerdi, şimdi yapacakları seviyeli muhalefet onları daha olgunlaştıracaktır diye umuyorum.
Bunları alt alta yazıp toplarsak ne çıkıyor? AKP kendi başına iktidar, CHP milletvekili sayısını azaltarak ikinci parti ve MHP CHP'nin sayısal olarak çok da altında kalmayan ve düzgün bir muhalefet yapabilecek üçüncü parti. Ayrıca AKP de aklına eseni yapamayacağı bir çoğunluğa sahip.
Bugünkü meclis görüntüsü neredeyse oturup "bu memleket için en iyi senaryo nedir" desek, en iyi olmasa da olacak şartlar altında en iyi senaryodur. Dolayısıyla benim milletim düşünmüş taşınmış, aralarında oy dağılımı yapmış ve tüm partilere yerlerini göstermiştir. Ben AKP'ye oy vermedim, vermem de. Bunca senelik hayatımda Türk olmaktan iki kez utandım, biri Ağca Papa'yı vurduğunda, ikincisi de geçmiş AKP hükümetinin bir bakanı İstanbul'dan AB temsilcileri ile birlikte içinde benim de bulunduğum birkaç bin kişilik bir akademisyen grubuna hitap ederken. Bu dönemden en önemli beklentim geçen dönemden birşeyler öğrenip üzerinde başımız dik durabileceğimiz bir ülkeye sahip olmamızı sağlamaları.

Neden Adana Demirsporluyum??


Ben de diğer tüm çocuklar gibi Fenerbahçeli doğdum. Biraz da tam aklım başına geldiğinde, yani 1974 Dünya Kupası'nda, hani Beckenbauer Almanya'nın kaptanıydı, Cruijff sarı fare falan, Fenerbahçe de iki defa üst üste şampiyon olunca benim de Fenerliliğim tescillenmiş oldu. O sıralarda da Fener adam gibi takımdı, ilk onbirini falan hepimiz sayabilirdik, başında adam gibi bir Brezilya'lı vardı, Ziya, Datcu, Osman, ve tabii Cemil gibi baba oyuncuları vardı. O zamanlar birbirimizi kızdırırdık, ama ne Fenerlisi Galatasaraylısından ne Besiktaşlısı Fenerlisinden nefret ederdi, neredeyse tüm maçlar İnönü'de yapılırdı, çamur deryası. Derbi maçlarına her iki tarafın seyircisi de giderdi, kardeş kardeş olmasa da en azından birbirini öldürmeden maç seyrederdi.
Ben de ilkokul bittikten sonra yavaş yavaş kendi başıma maça gitmeye başladım. İstanbul'da ilk gittiğim maç bir FB-GS maçıydı. Maçtan sonra bir Galatasaraylı şapkamı çaldı bir minibüs ile yanımdan geçerken, o zamandan başladı diyemem GS karşıtlığım, ama zaten pek sağlam pabuç değildi bu Galatasaraylılar, o da pekiştirdi. Aslında dayım beni bir ihtimal Galatasaraylı yaparım diye daha önce İzmir'de Galatasaray -  WBA maçına götürmüştü, ancak GS o maçta sıradan bir İngiliz takımından fark yiyince bana takım değiştirtme hayalleri sonsuza dek suya düşmüş oldu. Neyse o zamandan sonra kendi kendime maçlara gitmeye başladım.
Ancak arada kafamın bir köşesinde de her gittiğim maçla beraber artan bir huzursuzluk vardı. Mesela 1979 Şubat ayında bir Beşiktaş maçı hatırlıyorum (hatırlıyorum dediğime bakmayın hayal meyal), okul kırıp maça gittik. Sıfıra yakın bir soğukluk, sulu kar yağıyor, cebimizde kapalıya veya numaralıya gidecek para olmadığı için sabah sekizde açık kuyruğuna girmişiz, beş-altı saat o sulu karın altında bekledikten sonra girebildik içeriye. O kadar kasmamızın sebebi de, Cemil oynayacaktı. Cemil sanırım Eylül-Ekim gibi bir Rusya maçında sakatlanmıştı ve uzun bir sakatlıktan sonra ilk o maçta oynayacağı söyleniyordu, biz de hepimiz Cemil'i syretmeye gelmiştik. Maç başlamadan Cemil takımla birlikte sahaya çıktı, kafasını kaldırıp sahaya şöyle bir baktı, sonra da içeri girdi ve bir daha çıkmadı. Ha belki sakatlığı geçmemişti falan ama, gene de 13-14 yaşında bir çocuksun, en sevdiğin futbolcuyu görmeye geliyorsun, karın altında beş-altı saat bekliyorsun, ama adam "ben bu havada oynamam" deyip içeri giriyor. Çooook bozulmuştum, çok.
Böylesi irili ufaklı çok şeyler geldi geçti, gene de FB-GS-BJK hep güzel bir rekabet olarak kaldı. Sonra zaman geçti ben kendimi Amerika'da buldum. Giderken de kafam fazlasıyla atmış durumda, GS FB-BJK kupa finalinden önce Fenerbahçe'nin as oyuncusunu kaçırmıştı, Hasan Vezir. Bana göre bu ciddi ahlaksızlıktı, her ne kadar Galatasaraylılar hala aksini iddia etseler de. Neyse o kadar kişinin ahını aldı ki Hasan Vezir bir daha adam olmadı. Ahını alma deyince Rıdvan'ın futbol hayatını kimin bitirdiğini ve sonra ona ne olduğunu unutmayın. Konuyu dağıtmadan, Amerika'ya giderken ben kendimi "önce anti Galatasaraylı, sonra Fenerbahçeli, sonra Türk" olarak tanımlıyordum. Orada olaylardan uzaklaşmış olsam da gene de insan bu basit kavgalarını beraberinde götürüyor.
Amerika'da şu basit noktayı öğrendim: Profesyonel sporlar sinema gibi bir şeydir. Kişi bunları eğlenmek için seyreder, ilerisine geçmek hayırlı değildir. Mesela bir baseball maçı hatırlıyorum, onların ikinci ligi diyebileceğimiz bir takımın. Yaklaşık 10,000 seyirci var (birinci lig dediğimizde de çoğu maç 10,000 üzerinde seyirci ile oynanmıyor). Maç akşamın erken saati olduğu için babaların çoğu işte seyircilerin de çoğu kadın ve çocuk. Arada bir noktada stat hoperlörlerinden Macarena çalınmaya başlıyor ve 10,000 kişi birlikte ayağa kalkarak Macarena dansı yapıyorlar. Bunu hiçbir zaman unutmuyorum, spor seyircisi olmamızın sebebi eğlenmektir, dahası olsa seyirci olmak yerine kendimiz oynardık zaten...
Gene Amerika'da çalıştığım gruptaki arkadaşlardan biri Katalan, fanatik Barcelona taraftarı. Bir zaman bir kupada Barcelona-GS oynuyor ve Barcelona yeniyor Galatasaray'ı. Ertesi gün geldi bizim Katalan birader "nasıl koyduk size" diye. Anlatamazsın adama, "yahu ben de senin kadar sevindim". Ama orada anladım ki, biz içimizde ne kadar çekişirsek çekişelim, biz varız bir de onlar var. Onlardan biri bizden birini yendiğinde "nasıl koyduk size" oluyor, onun için bizle onlar arasındaki farkı bilme gereğini hissettim. O noktadan sonra en azından GS yendiği zaman sevinmeyi, yenildiği zaman da en azından üzülmemeyi öğrendim.
Sonra Türkiye'ye döndüm. 1999, Fenerbahçe stadında Fenerbahçe Bursaspor maçındayız. İlk yarı FB 2-0 önde, ikinci yarının başı, tam önümüzde Bursaspor kaptanı Tolunay oyundan atılıyor. Hani artık farka gideriz diyoruz, ama o ne, takım yürümeye başlıyor. Saçımızı başımızı yoluyoruz, hani neredeyse tribünden bir 11 çıkartsan sahadakinden daha iyi oynayacak, hele Boliç, hele Boliç. Sonra Bursa bir gol atıyor, sonra bir gol daha atıyor, on kişilik Bursa bizimkilerle kedinin fare ile oynadığı gibi oynuyor. Bir ara gözüm protokole takıldı, tüm yönetim kurulu sakin sakin oturuyor yerinde, bizi bıraksan sahaya inip oynayacağız, adamlar yerlerinde oturuyorlar. O noktada benim içimden birşey koptu, ciddi ciddi koptu ama. Bir an gözümün önüne Cemil geldi yıllar önceden. O zaman anladık ki, biz varız, bir de onlar var. Biz aptal aptal birşeylere bağlı olmak arzusundaki insanlar, onlar da bu birşeylere bağlı olma arzusundaki insanların sırtından para kazanan akıllılar. Ya onlar Fenerbahçeli ya bizler. Ben saatlerce yağmur kar demeden kuyruk bekledim, Bursa'ya Ankara'ya Adana'ya Bolu'ya demeden deplasmana bile gittim, sol dizimi maç heyecanı ile sakatladım (hala ameliyat gerek), Amerika'ya bile taşıdım aşkımı, ama benim üzerimde forma yok, ama onların üzerinde vardı. Sadece o kırmadı ama senelerin tüm birleşimi kırdı beni. Artık Fenerbahçeli değilim. Ama Galatasaraylı da değilim, Beşiktaşlı da değilim, Galatasaraylıyım ve Beşiktaşlıyım diyenler de benden daha onlardan değiller, bir yanda biz varız, Fenerlisi Galatasaraylısı Beşiktaşlısı, bir yanda da onlar var, bizim üzerimizden politika yaparak ve ter dökmeden dökermiş gibi yaparak para kazananlar.
O gün bugündür, eğer derseniz hangi takımı tutuyorsun, derim ki size Adana Demirsporluyum. En azından "ben takım tutmam, futbol aptal oyunudur" snobluğum yok. Artık büyük takımların maçlarını seyretmiyorum, hatta son Bosna maçından sonra milli takımın maçını bile seyretmeyeceğim. Oynayan bu adamlar oyunu benim kadar ciddiye almadıkça da seyretmemeye devam. Onun için İtalyan ligi çok zevkli oluyor, maçın sonucu ne onların umurunda ne de benim...
Dip Not: Sanılmasın ki bu yazıyı yazmak bugün aklıma geldi. Eski bir Fenerli olarak şampiyon olduklarında bile mutlu olamadım. İç huzuru ile bir şampiyonluk görmediler, en zayıf rakip karşısında bile tir tir titrediler, sonra da şamiyonluğu bir başarı olarak görüyorlarsa yazık onlara şimdi "Şampiyonlar Ligi ön elemesinde bize Arsenal çıkarsa ne yaparız" diye tir tir titriyorlar. "Galatasaray'ın Kopenhag'da yaptığını neden yapmıyorsunuz" demek gelmiyor içimden, çünkü o başarının bedeli Trömsö oldu. Ne Arsenaller olsun ne Trömsöler. Dünya klasmanında 20. isek en azından 60. olan ülkeler karşısında dizimiz titremesin, ilk yirmidekilere de yenilsek sorun değil, arada Bordeauxlar, Chelsealar olacak. Ama bu adamların tümü, Serdar Bilgilileri, Ergün Gürsoyları Aziz Yıldırımları olduğu müddetçe bizim kanımız üzerinden bunlar prim yapmaya devam ederler, Trömsö'nün balıkçıları da gevrek gevrek gülerler.